Faruk Köse werd geboren in 1948 in het dorp Emirdağ, Turkije. Zijn jeugd werd gekenmerkt door eenvoud en hard werken, zoals dat gold voor vele dorpsjongens van zijn generatie. Na het afronden van de basisschool verhuisde zijn familie naar Çifteler, Eskişehir, waar hij zijn middelbare school afmaakte. De droom van verder studeren verdween echter snel, omdat er in de omgeving geen voortgezet onderwijs beschikbaar was.
In die tijd begon het nieuws zich te verspreiden over de mogelijkheid om als arbeider naar België te vertrekken. Dit idee liet Faruk niet los. "Papa, ik wil naar België," herhaalde hij keer op keer, maar zijn vader vond hem te jong en onervaren. Zijn wens leek een verre droom totdat hij een brief onder ogen kreeg van een Turkse arbeider in België: "Ik verdien 1000 TL per maand. Verkoop alles en kom hierheen." Dit overtuigde Faruk en uiteindelijk stemde zijn vader in.
Om de reis te bekostigen verkocht zijn vader een koe, maar het geld was niet voldoende. Een toevallige ontmoeting op de markt met een behulpzame dorpsgenoot, Niyazi, zorgde ervoor dat het ontbrekende bedrag werd aangevuld. Zo begon in 1965 zijn reis naar België, samen met negen anderen uit zijn dorp. Ze namen de trein vanuit Sirkeci, Istanbul, naar Parijs, hun eerste grote reis.
In Parijs werden de meeste reizigers opgehaald door familieleden, maar Faruk en twee anderen bleven achter. Omdat ze illegaal België binnen moesten komen, namen ze een taxi. De chauffeur waarschuwde hen voor de hoge kosten, maar zij hadden geen keuze. De rit was spannend; ze reden over smalle, afgelegen wegen tot aan de Belgische grens, waar een soldaat met een dikke grijze jas hun papieren en koffers controleerde. Eindelijk waren ze in België.
Het eerste adres waar nieuwkomers naartoe gingen, was 188 in Schaarbeek, Brussel. Daar werden ze verwelkomd door dorpsgenoten, die hongerig naar nieuws uit Turkije vroegen.
Van Brussel vertrok Faruk naar Gent, waar hij werk vond in een textielfabriek. Zijn eerste indrukken van Europa waren gemengd. Hij zag voor het eerst een koppel op straat zoenen, een ongekend tafereel voor een jongen uit Emirdağ. Maar zijn grootste schok kwam bij het zien van de erbarmelijke leefomstandigheden van de Turkse arbeiders. "Is dit Europa?" vroeg hij zich af. De muren waren zwart van roet, de bedden waren van ijzer, en de kamers voelden vochtig en benauwd aan.
De eerste werkdag in de fabriek was zwaar. Hij en zijn vrienden kregen een schaar om draden door te knippen, maar na een tijdje zaten hun handen vastgeplakt van de chemicaliën. De medische dienst moest hen helpen. "Mijn vader had gelijk," dacht Faruk. "Ik ben te jong en onervaren voor dit werk."
Toch hield hij vol en werkte vier jaar in de fabriek. In 1969 keerde hij terug naar Turkije voor zijn dienstplicht. Tijdens deze periode ontving hij brieven van Belgische vriendinnen, wat de nieuwsgierigheid van zijn officieren wekte. Een luitenant, die zelf in België had gewerkt, bood hem hulp aan als dat nodig was.
Na zijn dienstplicht regelde zijn vader een huwelijk voor hem, iets waar Faruk niet op had gerekend. "Ik ga als vrijgezel terug," had hij gedacht, maar zijn vader overtuigde hem anders. Zijn broer had in België al een huis voor hem geregeld, en zo begon hij daar een nieuw leven met zijn vrouw.
Naast werk speelde Faruk een actieve rol in de Turkse gemeenschap. In Gent hielp hij met het oprichten van de eerste Turkse arbeidersvereniging. Ze hadden geen gebedsruimte, en uit nood vroegen ze een priester of ze in de kerk mochten bidden voor het offerfeest. De priester stemde toe. Later kochten ze een gebouw en richtten daar de eerste moskee op, ondanks tegenstand en geruchten over zijn betrokkenheid als café-uitbater.
Nu, op 76-jarige leeftijd en met pensioen, kijkt Faruk tevreden terug op zijn reis. "Gelukkig ben ik naar België gekomen," zegt hij trots. Zijn grootste vreugde is de vooruitgang van zijn kinderen. Zijn zoon werd elektrotechnisch ingenieur, zijn dochter studeerde handelsrecht, en zijn jongste dochter internationale betrekkingen.
"Aan de nieuwe generatie zeg ik: investeer in onderwijs! Een diploma en een beroep zijn essentieel. Wij, Turkse migranten in Europa, hebben geschiedenis geschreven, en dit mag niet vergeten worden."
1948 yılında Emirdağ’da doğdum. İlkokulu burada bitirdikten sonra, babam Emirdağ’ın Türkmenköyü’nden Eskişehir’in Çifteler kasabasına göç etti. Ortaokulu Çifteler’de tamamladım. Ancak yaşadığımız kasabada lise olmadığı için Afyon ya da Eskişehir’e gidip lise eğitimime devam edemedim.
O yıllarda Belçika’ya işçi alındığını duyduk. 1965 yılında Emirdağ’a gittiğimde, nasıl gidilir, kimler gidiyor diye araştırmalara başladım. Sürekli babama, “Baba ben Belçika’ya gitmek istiyorum” diyordum. Ama o, yaşım küçük olduğu için ve hiçbir iş bilmediğimi söyleyerek gitmeme karşı çıkıyordu. O zamanlar henüz 17 yaşındaydım ve reşit sayılmıyordum.
Bir gün, Belçika’da işçi olarak çalışan birinin Karacalar köyündeki akrabasına yazdığı mektubu okudum. Mektupta şöyle yazıyordu:
“Belçika’da ayda 1000 TL kazanıyorum. Her şeyi bırak, sat, sav, parayı hazırla gel. İstanbul’da Unkapanı’ndan Türk lirasını dövize çevir, Sirkeci’den Paris trenine bin. Ben seni karşılarım. Eğer gelemem, orada ‘TAXI’ yazan bir arabaya bin, bu adresi ver.”
Bu mektubu babama anlattım, çok etkilendi ve sonunda ikna oldu. Elimizde bir inek vardı, babam onu sattı ama bu para bile yol masrafının yarısını karşılamıyordu.
Bir Salı günü, Emirdağ pazarından umutsuzca köye dönmek üzereyken, babamın dostu Veysel Köylü Sadık Bey’in oğlu Niyazi Amca ile karşılaştık. Durumu anlattık. Sağ olsun, Allah razı olsun, kalan parayı o tamamladı. Böylece 1965 yılında, onun sayesinde Belçika’ya gitme hayalim gerçek oldu.
Emirdağ’dan Karacalar köylüsü 9 kişiyle birlikte Belçika’ya gitmek üzere yola çıktık. Pasaportlarımızı Afyon’dan çıkardık. Çarşamba günü, mektuptaki tarifle Sirkeci’den Paris trenine bindik. Trende toplamda 11 Emirdağlıydık. Biz en gençleriydik. Biraz okuldan öğrendiğimiz Fransızca sayesinde kondüktöre sorarak nerede olduğumuzu öğreniyorduk. Yaşça büyük olan amcalar ise sınırı geçince bize sorular sormaya başladılar çünkü hiçbir şey bilmiyorlardı.
Paris’e ulaştığımızda mektupta yazdığı gibi bazı yol arkadaşlarımız karşılandı ve ayrıldılar. Geriye üç kişi kaldık. Belçika’ya kaçak geçmek zorundaydık çünkü resmi yoldan geçemiyorduk. Taksi ile gitmeye karar verdik. İlk taksici uzak olduğunu, trenle gitmemizi tavsiye etti ama derdimizi anlatamadık. İkinci taksici ise bizi kabul etti. Dar ve tenha dağ yollarından sınır bölgesine ulaştık. Soğuk, sonbahar günüydü. Kalın paltolu bir asker bizi karşıladı, pasaportlarımızı kontrol etti, valizlerimizi aradı ve böylece Belçika’ya giriş yaptık.
Brüksel’de ilk olarak Schaarbeek’teki 188 numaralı adrese gittik. Burada gelen göçmenler karşılanıyor ve yönlendiriliyordu. Köylülerimiz, akrabalarımız bizi karşıladı. O günlerde mektup dışında kimse kimseden haber alamazdı. Bizden köyden, ailelerden haber aldılar. O gece bizi ağırladılar, yemek verdiler, misafir ettiler.
Daha sonra, köylülerimizin yoğun olduğu ve iş olanaklarının fazla bulunduğu Gent’e götürüldük. Fabrikalarda genç işçilere ihtiyaç vardı. Biz de kabul edip çalışmaya başladık. İlk gün iplik fabrikasında dört saat bobin işi yaptık. Çok yorulduk. Şefe söyledik, oturarak iplik kesme işine geçtik. Ancak işin sonunda ellerimize makas yapışmış gibi oldu, şef bizi sağlık birimine götürdü.
O gün babamın sözü aklıma geldi: “Sen elin işinde çalışamazsın.” Ama yılmadık. Dört yıl o fabrikada çalıştık. 1969’da bedelli askerlik yoktu, vatani görevimi yapmak üzere Türkiye’ye döndüm. Amasya’da acemi, Trabzon’da usta birliği derken 20 ay askerlik yaptım. Askerdeyken Belçika’daki kız arkadaşlarımdan gelen mektuplar dikkat çekti. Üsteğmen, mektupları görünce beni çağırdı, “Sen nereden geldin, bu kadınlar kim?” diye sordu. Belçika’da yaşadığımı anlattım. Meğerse kendisi de NATO görevinde Belçika’da bulunmuş. O günden sonra aramızda bir dostluk oluştu.
1971’de terhis oldum, köye döndüm. Babam tanıdık birinin kızıyla evlendirdi beni. Aslında bekâr dönmek istiyordum ama babamın ısrarıyla evlendim. Eşimle birlikte Belçika’ya döndüm. Ağabeyim benim adıma bir ev kiralamıştı, oraya taşındık. Eski fabrikada işe başladım ama makineler değişmişti, yenileri çok hızlıydı, başa çıkamadım. Birçok işi denedim. İşsiz kaldım. Ama işsizlik maaşı almak bana ağır geldi. “Ben işsizler kasasında yapamam” dedim.
Bir arkadaşım kahvesini devretmek istiyordu. Aldım ve 7 yıl kahve işlettiğim. O dönemde camiimiz yoktu. Bu ihtiyaçtan dolayı dernek kurmaya karar verdik. Seçim yapmaya, önce herkesin üye olup aidat ödemesine karar verdik. 500’er frank topladık, seçim yaptık. İlk başkan ben seçildim. Yanıma güzel bir ekip kurdum. Belçika yasalarına uygun bir tüzükle, Türk İşçileri Sosyal ve Kültürel Dayanışma Derneği adını verdik. Tüzük Belçika Resmi Gazetesi’nde yayımlandı. Gent Belediyesi ve ileri gelenlerle toplantı yaptık. Cami ihtiyacımızı anlattık ama sonuç çıkmadı.
Daha sonra, Gent’te şimdiki büyük caminin bulunduğu eski sirke atölyesini camiye dönüştürmeye karar verdik. Bağış topladık, halkımız büyük destek verdi. Ama kulaktan kulağa kötü sözler yayılmaya başladı. “Kahve çalıştırıyor, kumar oynuyor, dernek başkanlığı yapıyor” dediler. Diyanet müşavirine istifa edeceğimi söyledim. O da bana, “Meyve veren ağaç taşlanır” dedi. Bir yıl daha devam ettim, borçların büyük kısmını ödedikten sonra caminin tapusunu Diyanet’e devrederek başkanlığı bıraktım.
Şimdi 76 yaşındayım, emekliyim. Geriye dönüp baktığımda, iyi ki Belçika’ya gelmişim diyorum. Çocuklarımı okutmayı başardım. Oğlum elektrik mühendisi, büyük kızım ticari hukuk, küçük kızım uluslararası ilişkiler mezunu. Belçika’da bir söz vardır: “Bir çocuk üniversite bitirirse bir ev bedeli harcanmıştır.” Gerçekten kolay değil. Aile fedakârlık yapacak, öğrenci emek verecek. Bizim toplumun en büyük hatası eğitimi geri plana atması oldu. Para kazanmayı tek hedef olarak gördük. Yeni nesle mesajım: İlla ki eğitim, illa ki diploma, illa ki bir meslek.
1963’ten bu yana Avrupa’da olan Türkler, burada bir tarih yazdı. Bu kayıtlar boşuna değil. Torunumun torunu bile diyecek ki “Dedem burada çalışmış, burada yaşamış.” Bu projeyi hayata geçiren herkese minnettarım. 1. nesil olarak biz bunu hak ettik. Sağ olun, var olun...