Hanım Yaman werd geboren in 1940, in Çakallı Çullu, een klein dorpje in het district Türkoğlu van de Turkse provincie Kahramanmaraş. Ze ging nooit naar school. Haar vader was landbouwer. Hij verbouwde katoen, pepers, werkte dag en nacht op het veld. Thuis waren er dieren die verzorgd moesten worden, en als jong meisje hielp Hanım haar moeder met alles wat nodig was in huis.
“Ik begon al op jonge leeftijd met het huishouden. Mijn moeder had veel werk, dus ik deed wat ik kon.”
Ze werd op zeer jonge leeftijd uitgehuwelijkt. Veertien, hooguit vijftien was ze. Haar man, Sadık Yaman, was maar een paar jaar ouder. Samen begonnen ze aan een leven dat al snel gevuld werd met kinderen en verantwoordelijkheden. In haar gezin waren ze met acht broers en zussen – vijf meisjes en drie jongens. Van hen leven nu alleen haar drie broers nog. Hanım zelf kreeg acht kinderen. Eén verloor ze, de andere zeven groeiden op.
In 1963 vertrok Sadık naar België als gastarbeider. Hij werkte er negen maanden en keerde toen terug naar Turkije om zijn gezin te halen. In 1964 arriveerden ze samen in België, met vier kleine kinderen.
Maar het leven in België viel Hanım zwaar. De omgeving was vreemd, de taal onbekend, en ze was opnieuw zwanger. “Ik voelde me zó alleen, zo angstig... Het idee om in dit land te moeten bevallen, maakte me gek. Ik raakte echt in een depressie,” vertelde ze. Ze vroeg haar man of ze terug naar Turkije mocht met de kinderen, en hij stemde toe. Pas in 1973 keerde ze terug naar België – opnieuw met haar kinderen.
De eerste jaren waren bijzonder moeilijk. Het huis dat ze kregen was klein en kaal. Geen badkamer, geen toilet binnen. De wc bevond zich buiten, en van een echte keuken was geen sprake. “We leefden onder erbarmelijke omstandigheden,” herinnerde ze zich. Maar ze klaagde niet. Ze bleef sterk, hield vol.
Met de jaren kwam er verbetering. Betere woningen, meer comfort. Vandaag woont Hanım in een kleine, nette woning die van alle gemakken is voorzien. “Mijn buren zijn goed, of ze nu Belg, Turk of van een andere afkomst zijn,” zei ze dankbaar. “Moge Allah de mensen die dit land besturen belonen, want het systeem hier is goed.”
In België werkte Hanım nooit buitenshuis. Ze zorgde voor haar gezin, deed het huishouden, deed boodschappen. In het begin was de taalbarrière groot. “We spraken geen woord Nederlands. We gebruikten gebaren om uit te leggen wat we nodig hadden. Later deden onze kinderen het woord voor ons.”
Ze herinnert zich Ani nog goed – een vrouw die werkte in de winkel Charbonnage en een beetje Turks sprak. “Zij was onze redder. Als we iets nodig hadden, legden we het uit en zij begreep ons.”
Ook op de woensdagmarkt in Beringen was Hanım vaak te vinden. Ze kocht er groenten, fruit, alles wat ze nodig had voor haar gezin.
Sadık werkte jarenlang als mijnwerker. Hij was een harde werker, gezond en plichtsgetrouw. In 2000 werd hij ziek – zijn longen begaven het. Hij overleed datzelfde jaar. Hanım bleef alleen achter, omringd door haar kinderen en later ook kleinkinderen.
Haar kinderen gingen in België naar school, leerden de taal, behaalden diploma’s, vonden werk. Het gezin groeide. “Nu zijn we met vijftig. Met de schoonzonen, schoondochters en kleinkinderen erbij zijn we een grote familie geworden,” zei ze met trots.
In de beginjaren had Hanım veel aan haar Griekse buren. “Ze spraken een beetje Turks, we konden gewoon in onze taal met elkaar praten. Ze waren heel goed voor ons.” Later verhuisden ze naar Brussel.
Ze herinnert zich nog goed hoe ze in 1973 met een wagen naar België reden – negen mensen in één auto. “We zaten opeengepakt, de kinderen lagen boven op elkaar. Het was zwaar, maar we kwamen aan.”
Het leven, vindt Hanım, is als een droom. “De jaren zijn voorbijgevlogen. In den vreemde is alles anders. Maar Allah bepaalt hoe lang we leven. Als mijn tijd komt, wil ik terug naar mijn dorp. Daar, in onze familiebegraafplaats, wil ik met de aarde verenigd worden.”
Ben, Hanim Yaman. 1940 yılında Kahramanmaraş’ın Türkoğlu ilçesine bağlı Çakallı Çullu köyünde dünyaya geldim. Okula hiç gitmedim. Babam çiftçiydi; pamuk ve biber eker, sabah erkenden tarlaya giderdi. Evde birkaç hayvanımız vardı, onlara da biz bakardık. Daha çocuk yaşlarımdayken ev işlerini öğrenmeye başladım, anneme elimden geldiğince yardım ettim.
Çok küçük yaşta evlendirildim. Tahminimce 14 ya da 15 yaşlarındaydım. Eşim benden yalnızca bir iki yaş büyüktü. Ailemizde sekiz kardeştik; beş kız, üç erkek. Bugün yalnızca üç erkek kardeşim hayatta. Benim de sekiz çocuğum oldu; birini kaybettim, yedisi hâlâ hayatta.
Eşim Sadık Yaman, 1963 yılında Belçika’ya işçi olarak gitti. Orada dokuz ay çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönerek bize pasaport çıkardı ve 1964 yılında dört çocuğumuzla birlikte Belçika’ya geldik. Ancak bu yeni hayata alışmak benim için çok zor oldu. Kendimi çok yalnız, yabancı ve korkmuş hissediyordum. Özellikle hamileliğim sırasında burada doğum yapma düşüncesi beni çok ürkütüyordu. Ruh halim bozulmuş, adeta bir depresyona girmiştim. Eşimden, beni ve çocukları Türkiye’ye göndermesini istedim. O da anlayışla karşıladı ve biz tekrar köyümüze döndük. Yıllar sonra, 1973’te çocuklarımla birlikte yeniden Belçika’ya geldim.
İlk geldiğimizde çok zor şartlar altında yaşadık. Bize verilen ev küçüktü, banyosu ve tuvaleti yoktu. Tuvalet dışardaydı, mutfak yoktu. İlk yıllar gerçekten perişan haldeydik. Zamanla şartlarımız düzeldi, daha iyi evlere geçtik. Şimdi ise bana uygun, her şeyi içinde olan küçük bir ev verdiler. Komşularım çok iyi insanlar; Belçikalısı da, Türkü de, diğer milletlerden olanlar da… Hepsinden memnunum. Allah bu ülkeyi yönetenlerden razı olsun, güzel bir düzen kurmuşlar.
Buraya ilk geldiğimde hep ev işleriyle ilgilenirdim. Eşimin yemeğini yapar, çamaşırını yıkar, evi temizlerdim. Eşim temizliği ve düzeni çok severdi, evde mutlu olurdu. Biz köyümüzden hiç kopmak istemedik. Orada bir ev yaptırdık. Türkiye’ye gittiğimizde hep kendi köyümüzde kalırız. Bizim köy adeta küçük bir şehir gibidir.
Eşim Sadık Yaman, Belçika’da maden işçisi olarak yıllarca çalıştı. Çok sağlıklı, çalışkan bir insandı. Ne yazık ki 2000 yılında ciğer hastalığına yakalandı ve vefat etti. Ben ise bu ülkede hiç çalışmadım. Hep ev hanımı oldum, çocuklarıma baktım, alışverişe gittim. İlk yıllarda dil bilmediğimiz için iletişim çok zordu. İşaretlerle derdimizi anlatmaya çalışırdık. Sonraları çocuklar okula gidip dil öğrendikçe bize tercümanlık yaptılar.
En sık gittiğimiz yerlerden biri Şarbonaj Mağazası’ydı. Orada “Ani” isminde, biraz Türkçe bilen bir hanım vardı. O bize yardımcı olurdu. Ne istersek anlar, bize yardımcı olurdu. Ayrıca Beringen’de kurulan Çarşamba Pazarı’na da giderdim. Sebze, meyve ve diğer ihtiyaçlarımızı oradan alırdık.
Çocuklarım burada okula gittiler, bu ülkenin dilini öğrendiler, meslek sahibi oldular. Şimdi gelinler, damatlar, torunlar derken 50 kişilik büyük bir aile olduk. Komşularım hep iyi insanlardı. Özellikle ilk yıllarda Yunan komşularımız vardı. Hem Türkçe bilirlerdi, hem de çok iyi insanlardı. Daha sonra Brüksel’e taşındılar.
1973 yılında steyşın tipi bir arabayla, tam dokuz kişi bir taksinin içinde Belçika’ya geldik. Çocuklar üst üste sıkışık bir şekilde oturuyordu. O yolculuk gerçekten çok zorluydu, ama öyle de geçtik o yıllardan.
Ömür dediğin gerçekten çok kısa. Gurbet elde geçen yıllar bir rüya gibi akıp gitti. Her şey Yüce Yaradan’ın takdiriyle olur. Kimin ne zaman bu dünyadan göçeceğini ancak Allah bilir. Eğer bir gün hak vaki olursa, ben kendi köyümde, aile mezarlığımızda toprağa kavuşmak isterim.