Melahat Çakır Tuncel werd jong volwassen in een tijd waarin migratie een nieuwe realiteit werd voor vele Turkse gezinnen. Op haar zeventiende trouwde ze met Hasan Basri Çakır, maar het duurde nog jaren voordat haar eigen migratieverhaal begon. “Toen ik hierheen kwam was ik 30 jaar oud, omdat we 10 jaar in Turkije bleven,” vertelt ze. Haar ouders geloofden dat zij, als meisje, het harde leven in Europa niet zou kunnen verdragen. Dus bleef ze in Turkije achter, terwijl haar man Hasan naar België vertrok om daar te werken.
Tien jaar lang pendelde haar man heen en weer tussen België en Turkije. “Omdat er toen nog weinig Turken waren, wilde mijn man ons niet naar België halen.” Maar uiteindelijk, na jaren van gemis, haalde hij zijn gezin naar België. Hun derde kind werd daar geboren.
De eerste indruk van België was verwarrend voor Melahat. “Toen we uit het vliegtuig stapten, vroegen we ons af: ‘Waar zijn we terechtgekomen?’” Ze had zich Europa anders voorgesteld, grootser misschien. Maar de eerste omgeving waar ze terechtkwam – Akasya – deed haar vooral denken aan thuis: “Alles leek op een wijk van Zonguldak. Overal was groen. ‘Wauw, mijn stad,’ dacht ik.”
Toch was het leven er allesbehalve eenvoudig. Woningnood was een groot probleem. “We konden geen huis vinden, ze gaven geen huizen aan Turken,” zegt ze. Ze verhuisde maar liefst negen keer. “We hebben nooit gratis in een huis gewoond, we betaalden altijd huur.” Alleenstaande mannen werden ondergebracht in een site, met een kantine als verblijfplaats. Voor gezinnen als dat van haar was het afwachten en blijven zoeken.
Ondanks de moeilijkheden hield Melahat zich staande. Problemen met buren had ze nooit, en haar kinderen groeiden veilig op. De taalbarrière was een ander verhaal. “Frans leren was niet makkelijk. Ik begreep de brieven niet die we kregen. Een buurvrouw las en vertaalde ze voor mij.” Omdat ze al wat ouder was toen ze aankwam, viel het haar zwaar om de taal onder de knie te krijgen. “Mijn schoondochters gingen naar school, maar ik kon dat niet meer.”
Ze herinnert zich dat de taalscholen pas in de jaren 70 openden, toen zanger Barış Manço hier nog woonde. “Sinds ik in België ben, is er niets veranderd,” zegt ze, ietwat teleurgesteld. “Duitsland is veel verder ontwikkeld dan België.” Toch reisden ze naar Brussel, Luxemburg en Duitsland – altijd kort, nooit om er echt te blijven.
Het gezinsleven stond centraal. “We stonden ’s ochtends vroeg op om de kinderen naar school te brengen, en ’s middags haalde ik ze weer op. Zo groeiden mijn kinderen op.” En het harde werk wierp zijn vruchten af. “Dankzij God, nu heeft iedereen werk en het gaat goed met ze.”
Naast het gezinsleven bouwde Melahat met haar man ook aan een professioneel bestaan. Eerst namen ze een café over in de buurt, waar ze twee à drie jaar werkten. Later werkten ze tien jaar in een café dat ze in een flatgebouw hadden geopend. Toen ook dat eindigde, waagden ze nog een sprong: ze openden een schoenenwinkel in Caycuma. “We werkten daar een jaar, maar het werkte niet. Altijd werd er op krediet gekocht en het bedrijf liep niet.” Uiteindelijk keerden ze terug naar België.
De liefde voor Turkije bleef. “Als de zomer begon, zei mijn man al in februari: ‘Turkije, Turkije!’” Elk jaar gingen ze erheen, bleven er drie à vier maanden, en keerden dan terug. Ze kochten zelfs een appartement in hun thuisland, en de familie reisde heen en weer. Haar man werkte tot aan zijn pensioen, na een loopbaan in verschillende fabrieken. “Later kocht mijn zoon een huis vlakbij. Daar woont hij nu.”
Vandaag is Melahat omringd door haar kinderen. Haar ouders en broers en zussen zijn overleden. “Nu heb ik niemand meer. Alleen mijn kinderen zijn er nog. Als zij hier zijn, ben ik hier. Als zij weggaan, ga ik ook weg.”
Ben Metin Edeer, 1956 Emirdağ doğumluyum. 1978'de Belçika'ya geldim. Geldikten sonra burada, inşaat işinde çalıştım. Bir meslek vardı ama bizim meslek o zamanlar burada geçersizdi. Geldiğimde inşaat işine girdim, 2 ,5 sene falan inşaatta çalıştım. Sonra 80 'nin yıllarından sonra, bir Pideciğe girdim. Orada 85 yılına kadar pidecide çalıştım, pideci olarak, Lokanta'da çalıştım. Sonra 1985'de kendi iş yerimi açtım.
Belçika'ya ilk geldiğimde tabii bu kadar Türk yoktu bir kere geldiğimde. İlk itapta uyum sağlamak çok zordu yani. Belçi ka'da her gün yağmur yağıyor dedim ya burada insan bu kadar yağmurdan çürüyecek diye düşündüm. Belçika'ya geldiğimde ben kimseyi tanımıyordum burada yani çok da bir akrabam falan da yoktu burada. Ama zaman geçtikçe alışıyorsun, tanıdıklarım oldu. İş yerinde Belçikalılarla çalıştık, Onlarla geçirip gittik, alıştık gittik .Ama kendimiz de uyum sağladık. Benim işe hayatım, Kayınbabam rahmetli, inşaatta çalışıyordu. Beni inşaata götürdü, orada işe kabul ettiler.
O şekİlde başladık, ben Türkiye'de inşaatta hiç çalış mamıştım. Elime kürek bile almamıştım; ama burada amele olarak inşaata girdik. Buradaki çalışma hayatı tuhafıma gidiyordu, yağmur yağdığı zamanlarda dahi durmadan çalışmaya devam ediyorduk. yağmurluk ve çizme veriyorlardı, o şekilde yağmur altında çalışıyorduk. 80'li yıllarda burada inşaatlarda iflas furyası başladıydı yani o zaman şirket iflas etti tabi bende işsiz kaldım. Şimdi ben inşaat şirketi iflas ettikten sonra Rue de Coteaux 'daki bir Restaurant'a pideci olarak işe başladım. Pideci olarak girdim. Daha sonra Pala Restorana girdim, çalışıyorum. Çalıştığım yerde pide yemeye gelenler yaptığım pideleri beğeniyorlardı. Çünkü pidecilik benim babamın mesleğiydi, ben onun yanında çok çalışmasamda ,yanında pideciliği çalışarak öğrenmiştim. Sonra ise Şöforlük yapmıştım. Tanışmış olduğumuz abiler 'Sen kendine niye bir yer açmıyorsun?' diye beni teşvik ediyorlardı.
Benim ise o zamanlar param yok. Zaten buraya evlenip geldim, evlilik borcunu zor ödedim. Pide yemeye gelenlerden Ömer Şen abi sağ olsun bana ben sana kaç para istiyorsan vereceğim, kendine yer aç dedi.
85'te rue Philomène 'de şimdiki Fatih Camii'nin çıkışı olan yerde küçük eski bir garajı alıp,eşin,dostun yardımı ile orayı pideci fırını olarak açtık. ilk açtığım zaman insanların dışarıda yemek yemek kültürü olmadığı için burada pideyi kim yiyecek diyenler olduysa da herkes de bir özlem varmış. Belçikalı müşterilerimiz ilk önce bir tuhaf karşılıyordu, bilhassa ayranı tuhaf karşılıyordu. 1989'a kadar orada çalıştım. Sonra chaussée de Haecht üzerin deki şimdiki yerimizi aldım. Bir sene buranın tadilatını sürdü 90'da oraya geçtim işte bu zamana kadar devam ettik.
Ben EYAD 'ın kurucuyu üyelerindenim. 96 'ın sonu 97 'in başlarında her yörede olduğu gibi bizde Emirdağ ve Yöresi Yaşatma Derneği'ni EYAD olarak kurduk. Aslında biz Belçika 'ya yönelik çalışma yapmayacaktık. İlk zamanlar Türkiye'deki Fakire, Fukaraya, işsize yardım amaçlı,kurban, zamanı kurban kesiyorduk.
Memleketimiz Emirdağ'da 90 fakir çocuğu sünnet ettirdik, sonra 99 Gölcük depreminde Belçika 'lı ekibe yardım için bizim EYAD'tan bir ekip gitti. Sonra Düzce de öteki derneklerle beraber 90 köylük bir prefabrik yaptık. Merkezi Afyonkarahisar, Emirdağ olmak üzere 2400 civarında akülü engeli aracı Türkiye 'ye götürdük. Kargo şirketi aracılığı ile bu engelli araçları Türkkiye'nin her bölgesindeki ihtyaç sahiplerine ücretsiz dağıttık.
Belçika'da kurban kesmek çok zor olduğu için büyük çapta kurban kampanyası ile kurbanları Türkiye'de kestirip, dağıttık. Ben şuan başkan değilim ama yönetimdeyim. Derneğimiz EYAD hale devam ediyor. 5 tane Belçika devletinin verdiği çalışan memurlarımız var. Dil kurusları,Sosyal servis hizmetleri başta olmakl üzere çeşitli etkinlikler yapıyorlar.
Belçika çok güzeldi eskiden. Bir de Belçika Frangı'nın bir bereketi vardı. İnan harcıya, harcıya parayı bitiremiyorduk. Ne zaman böyle devir değişti? Euroya geçildi, paranın hiç bereketi kalmadı. Çok da para da kazanamadık yani. Ama Belçika Frangı gerçekten çok bereketli bir paraydı. O zaman zaten ne alındıysa alındı memleket'te. Türkiye'den izinden döndüğünde herkes birbirine Ne aldın geldin? Ev mi aldın? Tarla mı aldın? Arsa mı aldın? diye soruyordu.
Şimdi tabii herşey kısıtlı, masraf çok, hayat pahalı. Eflasyon yok diyorlar ama benim geldiğimde bir paket sigara 27 Frank'tı. Ama şimdi kaç para? 10 Ero? 9 Ero mı bilmiyor? Ben geldiğimde çok samimiyet vardı, birliktelik vardı . O yıllarda bizim derneklerden Milli Görüş'ün kurultaylarına salonda 9000 kişi katılıyordu. Türk Federasyonu 'nun kurutaylarına 5000-6000 kişi katılırdı. Şimdi 1000 kişiyi bile toplamıyorlar bence. Birliktelik yok, iyice ayrıştık, Son zamanlarda yaşadığımız pandemi dönemi de bunun üstüne tuz biber oldu .
İlk geldiğim yıllarda İstanbul kahvesi vardı, işte hoş geldin nelerisin? kimsin? ne iş yaparsın diye soruyorlar dı.
Bende 'Baba mesleği fırıncılık, ama abenim mesleğim kamyon şöforüyüm,ağır vasıta ehliyetim var.' diye cevap veriyordum. Bana burada kadınlar bile kamyon şöforlüğü yapıyor, o işi boşver,sen onu yapamazsın demişlerdi.
Bir de ilk girdiğim inşaat iş yerinde bir ilginç şeyde dil bilmiyoruz o zaman. Bana şef 'bir palet kremiti binanın arka tarafını götürün.' diye söylemiş.
Ben ise 'Bir kamyon kiremiti binanın arkasına götürün' diye anlamışım. 20 palet kireniti bianaın arka tarafına taşımıştık. Böyle ilginç anılarım oldu. Ama şükür şimdiki halimizde, şimdi ki Avrupa 'ya gelenler çok şanslı da. Bu zaman bayağı kısıtlıydı yani.
Bakkal, Kasap, Lokanta, alışveriş merkezi, sayısı çok ksıtlı,Türk mallarının çoğunu bulamıyorsun.O zamanlar herkesin minibüsü vardı. Türkiye 'ye izine gidildiğinde Bulgurundan ,Turşusuna, Peynirine kadar herşeyi alıp bir yıllık yiyecekler belçika'ya getiriliridi.
Şimdi ise burada her şey var. Bir tek dolgulu köfte yapmak için 'kuyruk yağı' yok.
Belçika türk toplumunun bir araya gelmesi lazım. Bak Limburg bölgesindeki son olaylarda kırdılar, döktüler, yine kabahatli bizler olduk . Adamlar mağduru oynuyorlar. Onun için bir araya gelmemiz lazım.
Birkaç kere Rıfat Bey 'le de bir çatı dernek oluşturalım diye uğraştık ama maalasef olmadı. Nedense olmuyor. Tutmuyor.
İşte dernekçi arkadaşlar ya ben onun ayağına mı gideceğim, ben ondan daha büyük derneğim gibi bahanelerle bir araya gelemiyoruz.
Son olarak gençlere nacizane tavsiyem, çok okuyup, güzel yerlere gelsinler. Çalışmayınca, okumayınca bir şey olmaz. Bazen kendini geliştirip, okuyan gençlerimizi görünce gururlanıyorum.