...
Şeref Vuran, geboren in 1963 in Emirdağ, Turkije, is een man die zijn levenspad in België met vastberadenheid en doorzettingsvermogen heeft bewandeld. Zijn verhaal is er een van integratie, ondernemerschap en reflectie op de veranderingen in de Turkse gemeenschap in België.
In februari 1972, op achtjarige leeftijd, kwam Şeref samen met zijn gezin naar België via gezinshereniging. Zijn vader was als eerste naar België gekomen en haalde daarna zijn gezin naar het nieuwe land. Ze vestigden zich in het kleine dorp Mazy in de provincie Namen, waar Şeref zijn eerste schoolervaring in België meemaakte. Hij herinnert zich nog goed zijn eerste schooldag, toen hij vol zelfvertrouwen een boek voorlas in het Frans, maar de klas begon te lachen. Pas later, toen hij de Franse taal beter beheerste, begreep hij dat hij het Frans op een manier las die leek op Turks, wat de lachende reacties verklaarde.
Als oudste zoon moest Şeref al snel de verantwoordelijkheid voor zijn gezin op zich nemen. Hij regelde de administratieve zaken en hielp zijn vader bij het zoeken naar werk voor de vele Turkse "toeristen" die naar België kwamen, vaak zonder hun families, op zoek naar werk en onderdak. Deze ervaringen hielpen hem niet alleen om snel Frans te leren, maar ook om zich snel te integreren in de Belgische samenleving, iets wat later zijn pad in het werkende leven vergemakkelijkte.
Zijn werkzame leven begon in de administratieve dienstverlening, waar hij samen met vrienden anderen uit de Turkse gemeenschap hielp met belastingzaken en andere administratieve kwesties. Dit werk was cruciaal voor de gemeenschap, en het stelde Şeref in staat om zich als een betrouwbare sociale bemiddelaar te vestigen. Ondanks de uitdagingen van het leven als immigrant, zegt hij dat hij geen racisme of obstakels heeft ervaren, wat hij toeschrijft aan zijn vroege integratie in de Belgische samenleving.
Naast zijn administratieve werk ging Şeref in 1984 zijn eigen onderneming opstarten in de visindustrie, een sector waarin hij uniek was als ondernemer uit Emirdağ. Hij breidde zijn bedrijf uit naar Marokko in 1996 en nam deel aan internationale beurzen. Zijn werk is niet alleen een voorbeeld van persoonlijk succes, maar ook van culturele en economische bruggenbouw tussen België, Turkije en Marokko.
Zijn ervaring in het opzetten van maatschappelijke organisaties, zoals de oprichting van een stichting met vrienden, leerde hem echter dat veel van deze initiatieven werden gestuurd door politieke belangen, waardoor de effectiviteit ervan beperkt bleef. Dit inzicht heeft hem geholpen te begrijpen waarom veel verenigingen niet van de grond kwamen.
Als hij terugkijkt op het België van vroeger, vergelijkt hij het met de veranderingen die hij vandaag de dag ziet. België, volgens Şeref, was vroeger een land met een sterke sociale structuur, waar mensen eerlijker waren en meer vertrouwen hadden in elkaar. Hij herinnert zich hoe de bakker in zijn oude dorp het brood achterliet bij het raam als ze niet thuis waren, en hoe zijn moeder het geld in de vensterbank legde voor de bakker om het op te halen. Maar de acceptatie van buitenlanders, vooral de Turkse gemeenschap, was toen anders dan nu. Hij is van mening dat de Turkse gemeenschap zelf meer verantwoordelijkheid moet nemen voor de verminderde acceptatie in de Belgische samenleving.
Een gebeurtenis die Şeref nooit zal vergeten, vond plaats toen hij op Avenue Paul Deschanel woonde. Een Belg parkeerde zijn auto voor zijn garage en noemde hem een "vuile buitenlander" toen Şeref vroeg de auto te verplaatsen. Dit incident, ondanks de emotionele impact, herinnerde Şeref eraan dat hij, zelfs na jaren in België te hebben gewoond, altijd als buitenlander zou worden gezien in de ogen van sommigen. Hij had op dat moment meer bijgedragen aan de Belgische economie dan de man die hem beledigde, maar het incident zette hem aan het denken over de manieren waarop de Turkse gemeenschap in België nog steeds worstelt met acceptatie.
Tot slot heeft Şeref een duidelijke boodschap voor de Turkse gemeenschap in België: "We moeten ons meer verenigen. We moeten apolitieke organisaties oprichten zonder inmenging van politieke partijen. België biedt zoveel kansen, vooral voor jongeren. Ze hoeven geen hoge studiekosten te betalen om te studeren. Het is tijd dat we ons ook op hogere niveaus vertegenwoordigen, bijvoorbeeld in administratieve functies, want we wonen hier al 60 jaar." Zijn woorden zijn een oproep tot actie, om als gemeenschap verder te groeien, zich te ontwikkelen en bij te dragen aan de Belgische samenleving op een dieper niveau.
Het verhaal van Şeref Vuran is een getuigenis van de kracht van integratie, ondernemerschap en het belang van gemeenschap. Zijn ervaringen bieden waardevolle lessen voor de Turkse gemeenschap in België en voor iedereen die zich in een nieuw land probeert te vestigen en een bijdrage te leveren aan de samenleving.
Ben Şeref Vuran, 1963 yılımda Emirdağ'da doğdum. Belçika'ya 1972 yılının Şubat ayında geldik. Aile birleşimi olarak geldim. İlk babam geldi, sonra da bizi yanına aldı. Ben Belçika'ya geldiğimde 8 yaşandayım, bugün ise 61 yaşındayım. Biz Namur 'un 1000 nufüslu küçük bir köy olan Mazy köyüne geldik. Bu köyde Yabancı azdı, genelde Belçikalar vardı. Babam bizi Mazy ilkokuluna yazdırdı. Ben haliyle Türkiye'de ilkokul ikinci sınıf'tan ayrılıp buraya geldiğim için okuma yazmayı biliyordum.
Okula başladığım ilk gün beni bir sınıfa aldılar. O gün benim unutma yacağım bir gündür. Sınıf öğretmenimiz beni yanına aldı. Fransızca olarak benim kim olduğumu sınıf arkadaşlarıma tanıttıktan sonra önüme bir kitap açarak onu okumamı istedi. Ben işaret ettiği yeri okurken kendimden o kadar memnun ve emin okuyordum ki bütün sınıfdaki çocuklar gülmeye başladı.
Öğretmenim benden durmamı isteyince durdum ve Nerde yanlış yaptığımı kendi kendime anlamaya çalıştım. Daha sonraları Fransızca 'yı öğrendikten sonra anladım ki ben Fransızca 'yı Türkçe gibi okuyormuşum. Sınıf arkadaşlarım bana onun için gülüyorlarmış.
Ailenin en büyük çocuğu olduğum için benim sırtımda daha büyük bir yük vardı. Çünkü babam çalışıyordu, annem ev hanımıydı, biz altı kardeşlik o zaman. Eve gelen bütün evraklarla ve kağıtlarla benim ilgilenmem gerekiyordu. Bu yüzden Belçika'ya geldikten 3 ay sonra Fransızca'yı söktüm.Önce şunu belirtmek istiyorum. Biz Mazy köyünde üç yıl yaşadık. Yaşadığımız 3 yıl içinde bizim evimize o dönemde turist diye adlandırdığımız insanlar geliyordu. 1972 yılında Emirdağ'dan çok sayıda bekar (Ailesi Türkiye'de olan) insanlar geliyordu.
Bizim evimizde hiç unutmam 15 tane turist erkek kalıyordu. Bu gelen turistler bir iki günük misafir değillerdi. Neticede babamın akrabalarıydı. Kendilendilerine bir iş, bir yer buluncaya kadar bizde kalıyorlardı. İlk gelen aileler bu şekildeydi hepsi. başka gidecekleri bir yer yoktu ve o zaman öyleydi. Annem, Babam var, biz altı çocuk, 15 tane büyük erkek. Bunların yemeği var. Çamaşırı var ve bugünkü gibi o zamanlar otomatik çamaşır makineside yok. Annem onların yemeğini yapardı, çamaşırlarını yıkardı.
O dönemlerde ben okula gidiyorum. Okul sabah 8.5'da başlardı. Okul dan çıktıktan hemen sonra bizde kalan turistleri Babamla bir gün öncesinden belirle diğimiz fabrikalara iş gezmeye götürürdüm. Fabrikaları teker teker gezerek iş olup olma dığını sorup, işçi ihtiyacı olan yerlere işe aldırıyordum. Tabiki o zamanlar bana en çok harçlık verenlere öncelik tanıyordum. Bu böyle 1975 yılına kadar devam etti.Bu süreçte bizim çevremizde Türk olmadığı için Mazy köyünde Fransızca'yı iyice öğrenmiştim. Ondan sonra 1975 yılında biz Brüksel 'e taşıdık. Brüksel'deki Türk çocuklarından daha iyi Fransızca konuşabiliyordum.
Valla ben ilk iş hayatımdan önce zorluk çekmedim. Ben kesinlikle ne bir ırkçılık yaşadım, ne de bir kötü bir anım oldu. Çünkü sebebi de çok basit. Ben ve birkaç arkadaşımız vardı. Biz o dönemler Brüksel'deki Kahvehaneler de, herkesin evraklarını, mektuplarını okuyor, yatıracakları vergileri, yapacakları işleri anlatıyorduk, bir nevi bugünkü sosyal servis görevi yapıyorduk.
Yani vatandaşın bütün sorununlarıyla ben ve birkaç insan vardı, biz ilgileniyorduk. Ondan dolayı ben hiçbir sıkıntı çekmedim. Ondan sonra iş hayatıma başladım ve kesinlikle ne bir ırkçılık, ne bir şey. Benim bir zorluk çekmediğimin sebebi büyük bir ihtimalle de Mazy köyünde 3 yıl yaşadığımızdan dolayıdır. Oysa mesela benim kadar şanslı olmayanlar vardı o zamanla mesela gelmiş Saint Josse ve Schaerbeek'e yerleşmiş ve hep Türkler arasında kalmış. O insanlar fazla entegre olamamışlar
Ben 1984 yılından beri işinsanıyım. Ben hiç bir emirdağlı2nın yapmadığı Balık sektöründeyim. Yıllar önce 96 yılında Fransızlarla ortak Fas'a, gittim, yatırım yaptım. Uluslararası fuarlara katıldım. Belçika'yı ve ülkemizi temsil ettim. Ve bugün de hala o işi yapıyorum. Bugün ki iş yerimde Bulgaristan'da.
İşte o dönem buradaki arkadaşlar kendi aralarında bir vakıf kurma kararı vermişler. Benim de hoşuma gitti. Evet biz böyle bir vakıf kurduk. Kurmuş olduğumuz vakıf başarısızlıkta sonuçlandı. Bugün buradaki olan bir sürü dernekler gibi başarısız. Ve bu başarısızlığı ben kendi çapımda analiz ettim. Şunu gördüm ki Her vakıfın, her kuruluşunun arkasından bir parti var.
Belçika sizinde bildiğiniz gibi sosyal bir ülke. O kadar sistem çok güzel kurulmuş ki somaj(İşsizlik ödeneği) var, mütüvel (hastalık ödeneği)var. Ne bileyim insanlar saf. Şunu da örnek vereyim biz Brüksel'e gelmeden önceki köyümüzdeki fırıncı bizim alacağımız ekmeği biz evde olalım olmayalım penceremize bırakırdı. Annem'de onun parasını pencereye bırakırdı. Adam gelirdi ekmeğini bırakırdı, parasını alıp giderdi. Ondan sonra Türklerin bir değeri vardı, yabancıların bir değeri vardı. O dönem çok iyiydi, maalesef ilk geldiğimiz yıllardaki kabulü Belçikalılar tarafından artık görmüyoruz. Bunun da sorumlusu Belçikalılar değil, bizleriz.
Unutamayacağım oraylarından bir tanesi. Avenue Paul Deschanel'de oturuyordum. Bir gün garajımın önüne bir tane Belçikalı arabasını park etmiş. Kendisine benim garajımın önüne arabayı park ediyorsun? Aracını çekmezsen Polis .ağıracağım diye söyledim. Ben Belçikalı 'yı tanıyorum. Sosyal yardım (CPAS) alan bir adam. Bana cevabı 'Pis yabancı memnun değilsen ülkene dön' oldu. Oysa o adamla benim aramda çok büyük fark vardı. Neticede ben Belçika hümetine vergi veren bir iş adamıydım. O da kızılaydan yardım alan bir adamdı.Ama Adam haklıydı o Memleketindeydi. Ben kendi memleketimde değildim. Bana orada ne kadar entegre olsakda bir yabancı olduğumu hatırlattı. O dönem benim Belçika'da 45, Fas'ta 600 tane işçim vardı. Dolayısıyla Belçika hümetine o adamdan daha çok katkı yapıyordum. Ve o adamın bana söylediği beni düşündürdü ve üzdü.
Belçika Türk Toplumuna vermek istediğim mesaj, biraz öncede bahsettiğim gibi birbirimizden çok kopuğuz. Nasıl nasıl birleşmemiz lazım. Burada geniş katılımlı oluşturulacak bir çatı kuruluşuna Türkiye'deki ve buradaki siyasi partileri karıştırmadan apolitik olarak örgütlenmemiz lazım. Belçika öyle bir ülke ki gençlerimizin Üniversite eğitimi lamaları için yüksek ücretler ödemelerine gerek yok. Çocuklardan, Gençlerden rica ediyorum. eğitime önem versinler, okusunlar. Neticede temizleik firmalarına baktığımızda Türk ve Arap kökenliler çoğunlukta. Oysa Ofilserde, Bürolarda çalışan sayımız çok az. Bizim artık ofislerde çalışmamız lazım.Çünkü Belçika'ya geleli 60 yıl olmuş.