Şaban Demirtaş werd geboren in 1950 in het dorp Gömü, gelegen in de regio Emirdağ. In zijn streek stond zijn familie bekend als de Haytalar Eminler, en hij was de zoon van Emin. Op 19 september 1965, op slechts vijftienjarige leeftijd, vertrok hij naar België. Zijn familie werkte als boeren, en al op jonge leeftijd, tussen zijn achtste en tiende jaar, hoedde hij vee en bewerkte hij het land met een paard en een ploeg.
Op een dag nam zijn oom hem mee naar Izmir, waar hij voor het eerst een grote stad zag. Daar kreeg hij een leercontract in een bakkerij, maar de hitte van het werk deed hem huilend naar huis vluchten. Later probeerde hij als schilder in de bouw te werken, maar de geur van de verf stond hem tegen. Uiteindelijk bleef hij werken in de bouw, waar de aannemer hem verschillende taken gaf.
Toen Şaban als tiener betrokken raakte bij een vechtpartij, haalde zijn vader hem terug naar het dorp. Hij vond dat zijn zoon niet alleen in de stad kon overleven. Maar enkele jaren later veranderde alles.
In 1962 vertelde Şabans oom Ramazan, die in de mijnen van Genk werkte, dat Belgische werkgevers jonge arbeiders buiten de mijnen nodig hadden. Ze boden een maandsalaris van 1000 Turkse lira – een aanzienlijk bedrag vergeleken met de 200 lira die Şaban in Izmir verdiende. Zijn vader maakte de rekensom en besloot dat zijn zoon naar België moest gaan.
"Wil je naar België om te werken?" vroeg zijn vader. Şaban stemde toe, zonder enig idee te hebben waar België lag. Zijn vader verkocht 65 schapen en gerst om de reis te bekostigen. Met het geld kocht hij een treinticket en noteerde achterop de overstapstations. Met twee sandwiches op zak en een laatste omhelzing van zijn vader begon Şaban aan de reis.
De trein vertrok uit Sirkeci. Şaban had verwacht dat de reis slechts enkele uren zou duren, maar het lange schudden en hobbelen van de trein verbaasde hem. In Sofia stapten mensen in en uit. Hij keek op zijn ticket en zag de namen van de overstapstations, maar begreep niets van de omroepberichten.
Toen hij honger kreeg, probeerde hij een sandwich te kopen, maar de verkoper accepteerde zijn Turkse lira niet. Zijn moeder had in zijn binnenzak een biljet van 1000 frank genaaid, maar ook dat werd geweigerd. Uiteindelijk kreeg hij de sandwich toch, maar hij gooide de worst weg omdat hij niet wist wat het was. Een conducteur zag zijn verwarring en hielp hem naar het juiste perron voor de trein naar Brussel.
Na een lange reis kwam Şaban in Brussel aan. Zijn vader had het adres van zijn oom Ramazan op een envelop geschreven, maar op het station zag hij alleen "Gent" en geen "Genk". In de veronderstelling dat het hetzelfde was, kocht hij een ticket naar Gent in plaats van Genk.
Aangekomen in Gent, probeerde hij een taxi te nemen, maar de chauffeur begreep hem niet. Uitgeput en verward vond hij uiteindelijk onderdak en werd hij geholpen door een vrouw die hem registreerde bij de sociale diensten. Zo begon zijn leven in België.
Het Carnaval dat Alles Veranderde
Op een dag tijdens het carnaval in Gent zag Şaban een oude man die moeite had om zijn attractie te bedienen. Hij bood zijn hulp aan en leerde het werk snel. De man betaalde hem 1000 frank per dag – een aanzienlijk bedrag vergeleken met zijn fabriekssalaris van 4000 frank per maand. Zijn salaris steeg snel en hij begon ook toeristen te helpen met vertalingen. Binnen een jaar had hij genoeg verdiend om zijn familie te ondersteunen.
Na vijf maanden werken in de fabriek had Şaban genoeg gespaard om zijn eerste auto te kopen: een luxe cabriolet van 82.000 frank. Hoewel hij nog geen rijbewijs had, leerde hij snel rijden en genoot hij van zijn nieuwe vrijheid.
Toen de tijd voor zijn militaire dienst aanbrak, keerde Şaban terug naar Turkije. Hij voltooide zijn basisopleiding in Amasya en werd vervolgens naar Ankara gestuurd, waar hij diende in een NAVO-eenheid. Na zijn dienst in 1973 reisde hij per trein terug naar België.
In 1974 besloten zijn ouders dat het tijd was om te trouwen. Hij stemde toe, maar de bruiloft werd overschaduwd door de Cyprus-oorlog. Soldaten bewaakten het huwelijk, en het geplande feest ging niet door. Kort na het huwelijk vertrok hij met zijn vrouw naar België om daar samen een nieuw leven op te bouwen.
Ondernemerschap en Succes
Eenmaal terug in België opende Şaban zijn eerste café. De zaak floreerde, vooral dankzij de groeiende Turkse gemeenschap. Na enkele jaren besloot hij het café te verkopen en zich verder te ontwikkelen als ondernemer.
Later werd hij vrachtwagenchauffeur en begon hij te werken als TIR-chauffeur. Het loon was aanzienlijk: hij verdiende 100.000 frank per maand. De reizen naar Turkije brachten hem dichter bij zijn doelen, en hij bouwde een succesvol leven op in België.
Şaban bleef altijd dankbaar voor de mensen die hem geholpen hadden: zijn oom Ramazan, de vrouw die hem in Gent hielp, en de vele anderen die hem onderweg ondersteunden. Dankzij hen kon hij zijn droom waarmaken en een stabiel leven opbouwen.
Zijn advies aan de jongere generatie was duidelijk: "Zorg dat je een goed diploma haalt en een beroep kiest met toekomst. Technologie wordt steeds belangrijker, en de wereld verandert. Bereid je voor op wat komt."
Ben Şaban Demirtaş, 74 yaşındayım, 1950 doğumluyum. Emirdağ'a bağlı Gömü beldesindenim. Haytaların Eminler derler bize, Emin'in oğluyum. 1965 yılı 19 Eylül'de, 15 yaşımdayken Belçika'ya geldim. Biz çiftçiydik, 8-10 yaşlarında çoban olarak hayvanlarımıza bakardım. Atla, sabanla nadas yapardım.
Bir harman sonu İzmir'den amcam beni çırak vermek için yanında İzmir'e götürdü. İlk defa şehir görmüştüm. İlk çıraklığım fırın oldu. Çalışmaya başladım. Ellerim ekmeklerin sıcaklığından yanınca ağlayarak eve kaçtım. Yengem beni geri göndermedi. Amcam beni sonra boyacı çırağı verdi, inşaatta boya işi. Onu da kokusundan ve sevmediğim için bıraktım. Köyden gelmiştim, çocuktum, bu işleri sevmemiştim. İnşaatta kaldım, müteahhit başka işler verdi. Öyle devam ettim. Küçüktüm, bir kavga olayına karıştım. Babam duymuş, geldi beni aldı, geri köye döndük. Babam, benim şehirde yalnız yapamayacağımı söyleyerek köye geri getirdi.
1962 yılında Belçika'ya giden, Genk'te maden ocaklarında çalışan Ramazan amcam, “15-16 yaşında çocukların varsa benim yanıma gönder, Belçikalılar maden ocağının dışında çalıştırıyorlar, ayda 1000 TL maaş veriyorlar” demiş. Babam hesap yapıyor, İzmir'de ben 200 TL alıyorum, yetmiyor. Belçika'da 1000 TL’yi çok buluyor. Beni oraya göndermeye karar veriyor. Babam bana sordu, “Belçika'ya çalışmaya gider misin?” dedi. Ben de “Giderim” dedim. Ama Belçika'nın nerede olduğunu bilmiyorum ki. İlkokul mezunuyum ve bir şey de bilmiyorum. Ben zannediyorum ki trene bineceğim, 2 saat sonra varacağım. Uzak olduğunu bilmiyorum.
Gitmem için babam 65 besili koyun ve arpa sattı. 4500 TL oraya gitmem için para lazımmış, onları babam tamamladı. Eskişehir'den otobüsle İstanbul'a gittik. Paraları babam döviz yaptırdı ve Sirkeci Garı'ndan bana Belçika-Brüksel bileti aldı. Biletin arkasına nerede aktarma olacağını yazdı. Sirkeci'den yol için 2 sandviç aldım. Bir tahta bavulum var. Babam beni orada yolcu etti.
Sirkeci'den yola çıktık. Kısa sürecek zannediyorum ama sallana sallana gidiyoruz. Bir yerde durduk, Sofya'ymış. İnsanlar indi ve bindi. Benim biletin arkasına aktarma yapacağım yerleri biletçi yazmıştı, orada inip tren değiştireceğim. Zagreb'e geldik, ilk ineceğim yere indim. Orada bilet satana gittim. Biletimi gösterdim, bir şeyler söyledi ama anlamadım. Brüksel yazan tren bekliyorum, trenler geliyor, gidiyor ama yazmıyor. Dil bilmiyorum, anlamıyorum. Akşam oldu. Karnım acıktı, oradaki büfeden sandviç aldım. Babam yolda harcarsın diye Türk lirası vermişti, onu verdim ama adam “bu geçmez burada” deyip parayı geri verdi.
Sonra annemin iç atletime diktiği cepten bin frank verdim. Bin frankın değerini dahi bilemiyorum, adam dese “bu bin frank tamam” vereceğim. Onu da almadı, meğer Yugoslavya kendi parası geçiyormuş, o da bende yok. Geri koydum sandviçi. Adam bana para almadı, o sandviççi geri verdi. İçindeki sosisi ne olduğunu bilmiyorum, tren raylarına attım ve ekmeği yedim.
Daha sonra biletçi beni izlemiş, ters yerde durduğumu anlamış ki yanıma geldi. Omzumdan tuttu, 3. peronun önüne götürdü. “Buraya gelecek trene bin” diye işaret etti. Anladığım bu kadar. Yine beklemeye başladım. Gece bir tren geldi. Ama yine Brüksel yazmıyordu. Ama biletçi adam aklıma geldi, bu trene atladım, bindim. Gittik ve 2. değiştireceğim yer olan Köln’e geldik. Ama çok büyük, hayatımda bu kadar büyük bir istasyon görmedim. Nasıl bulacağım derken Türkçe konuşan 2 kişi gördüm. “Ben Türküm, Brüksel'e gideceğim, bir de açım” dedim. Adamlar beni aldı, bir fritçiye götürdüler. Uzun uzun hiç böyle bir patates kızartması yememiştim, bir sevdim. Karnım doydu. Parasını adamlara vereceğim, “Senin paran burada geçmez, sen misafirsin” dediler, paramı almadılar.
Sağ olsunlar, beni aradılar, sonunda Brüksel trenine bindirdiler. 3 saatte Brüksel'e geldik. Brüksel’de trenden indim. Babam bir zarfın üzerine Ramazan amcanın adresini yazmış, oraya gideceğim. Bakıyorum, panoda gidilecek yerler yazıyor, Genk yazmıyor, hep Gent yazıyor. Çok bekledim, Genk yazmadı. Dışarı çıktım, bari taksiyle gideyim dedim. Sıralı taksilerin yanına vardım. İlk taksiye adresi gösterdim, adam bana el kol işaretleri yapıyor, ben anlamıyorum. Herhalde çok uzak, bana trenle git diyor.
Diğer arkadaki taksiciye sordum, o biraz iyi davrandı, o da trenle gitmem gerektiğini söyleyince tekrar içeri girdim. Bakıyorum, hep yine Gent var ama Genk yok. Bilet gişesine vardım, o da bir şeyler söyledi ama anlamıyorum. Bir Türk denk gelir mi diye baktım, hiç denk gelmedi. En sonunda “Belki Ramazan amca ters yazdı, Genk’in ‘K’si yerine ‘T’yi yanlış yazmış” dedim. Genk yerine Gent’e bir bilet aldım. Gent’e geldik. Dışarda taksiye yine sordum. Taksiler yine Brüksel’deki gibi el kol işaretleri yaparak beni götürmüyorlar, trenle geri gitmemi istiyorlar. Çok yoruldum. Günlerdir uyumadım, açım. Baktım karşıda 4 otel yazıyor, ortasındakine girdim. Kadına bir oda işareti yaptım. Halime bakmış, çocuğum, bana çok iyi davrandı. Beni koltuğa oturttu, bir kahve getirdi. Sosyal hizmetlerde gönüllü çalışan bir kadın geldi. Elinde bir Türkçe sözlükle bana sorular sordu. Ben de çalışmaya geldiğimi söyledim. Ertesi gün için anlaştık. Karnımı doyurmak için dışarı çıktım, yine fritçi kulübesini gördüm, aldım yedim. Sabah kadın geldi, beni karakola götürdü. Orada kayıt ettirdi, sonra işçi bulma kurumuna gittik, oraya da kayıt oldum. Yaşlı kadın beni tekstil fabrikasına ve okula kayıt ettirdi. Bir ev bulmuş, oraya yerleştirdi. 3 gün fabrikada çalışıyorum, 2 gün okula gidiyordum. Dili çabuk öğrendim. 6 ayda kendimi idare edecek dili öğrendim...