Halil Mergen, zoon van Abdullah, werd in 1947 geboren in het dorp Aşağı Piribeyli in Emirdağ. Hij was een hardwerkende man, getrouwd, met zes kinderen, zeventien kleinkinderen en inmiddels zelfs acht achterkleinkinderen. Zijn reis naar België begon met een eenvoudige vraag van een vriend, Alişir, uit het nabijgelegen dorp Karacalar: "Ik ga naar België, wil jij mee?" Halil aarzelde niet en besprak het met zijn vader. "Als je het niet kunt, kom dan terug naar het dorp," waarschuwde zijn vader. Maar Halil was vastberaden.
Op 16 september 1973 zette hij voet op Belgische bodem. "Het was mijn eerste keer in een vliegtuig," herinnerde hij zich. Een man uit Niğde, die al jaren in de kolenmijnen werkte, hielp hem door de douane. Daar stond zijn dorpsgenoot uit Karacalar hem op te wachten. Samen vertrokken ze naar Gent. "De wegen van België en de huizen om me heen leken anders..." De felle straatverlichting en de groene omgeving vielen hem meteen op.
Halil vond snel werk in de kabelindustrie, eerst in Zele en later in Oostende. "De baas telde met een baksteen en wees naar de plek waar gegraven moest worden, 80 cm diep," vertelde hij. Hij werkte met acht tot tien andere Turkse arbeiders. "Ik werkte snel om niet achter te blijven," zei hij, want het werk was zwaar, zwaarder dan de landbouw in Turkije. Maar hij gaf niet op. "Niet alleen ik, maar ook mijn hele familie verhuisde naar België," vertelde hij trots.
Slechts 56 dagen na zijn aankomst overleed zijn vader in Turkije. "Ik had nog geen verblijfsvergunning of werkvergunning," vertelde Halil. Hij stond voor een moeilijke keuze. "Mijn rechten in België zouden verloren gaan als ik vertrok," besefte hij. Zijn dorpsgenoot Cemil hield hem tegen: "Waarom ga je? Je vader is dood, maar hier kun je blijven werken." Halil bleef en rouwde in België.
Na verloop van tijd haalde hij zijn vrouw en drie kinderen naar Lokeren. "We verkochten al onze 100 schapen en 150 lammeren, want we hadden niemand om voor ze te zorgen," zei hij. Het boerenleven lieten ze achter zich. Ze woonden samen met zijn broers in een klein huis. "We hadden geen binnen toilet, dus we maakten de kelder tot badkamer," lachte hij. Zijn broers verwachtten een groot huis, maar toen ze arriveerden, begrepen ze dat het anders was dan gedacht. "Ze lachten toen ze het zagen."
In 1974, terwijl Halil in Turkije was, brak de Cyprus-oorlog uit. "Mijn vrouw en kinderen huilden, ze dachten dat ik niet meer terug zou komen," vertelde hij. De Belgische buren kwamen te hulp. "Ze brachten voedsel en vertelden het laatste nieuws van de radio en tv. Ze hebben ons nooit in de steek gelaten."
Zijn kinderen gingen naar school en later begonnen hij en zijn broers een bedrijf. "We werkten al 16-17 jaar in de kabelindustrie," vertelde hij. In 1990 namen ze een moedige stap: "We openden het eerste kabelbedrijf in België." De eerste jaren waren zwaar, maar uiteindelijk werd hun onderneming succesvol. "Vandaag de dag hebben de meeste kabelbedrijven Turkse eigenaren," zei hij trots.
Hoewel ze investeerden in Turkije, keerden ze nooit definitief terug. "We kochten vrachtwagens, een maaidorser, een tractor... maar we konden het landbouwleven niet meer voortzetten." Uiteindelijk besloten ze in België te investeren en kochten ze huizen. "We konden niet terugkeren naar Turkije."
Zijn kinderen en kleinkinderen vonden hun weg in de Belgische samenleving. "Mijn dochter werkt bij een bank, er zijn leraren, secretaresses en andere succesvolle familieleden," vertelde hij trots. De kabelsector bood hen een goed leven. "Ambtenaren hebben een vast inkomen, maar in de kabelsector kun je veel verdienen."
De heimwee naar zijn geboortedorp verdween langzaam. "Mijn ouders zijn overleden, mijn grootouders en ooms ook. Ik heb nog maar één zus in Turkije, dus de heimwee is verdwenen."
In 1976 kocht hij zijn eerste auto, een Ford. "We gingen naar Turkije met een minibus, volgeladen met spullen. De auto was zo zwaar dat hij nauwelijks vooruitkwam," lachte hij. Toch bereikten ze Emirdağ.
Halil was dankbaar voor de kansen die België hem had geboden. "We zijn gekomen, en nu wonen we hier al vele jaren. Mijn familie woont hier in Lokeren, en we zijn met vijftig huizen nu." Zijn boodschap aan de jongeren was duidelijk: "Blijf weg van slechte gewoonten. Gokken, alcohol en vrouwen kunnen iemand vernietigen." De Turkse gemeenschap had zich altijd waardig gedragen.
Zijn trots was groot toen hij sprak over de moskee die ze hadden gebouwd. "In Lokeren hebben we de derde grootste en modernste moskee van Europa gebouwd dankzij de steun van de kabelbedrijven."
Ben Emirdağ’ın Aşağı Piribeyli köyünden Abdullah oğlu Halil Mergen. 1947 doğumluyum. Evliyim, altı çocuğum, on yedi torunum ve sekiz torun çocuğum var. Hayatımın yönünü değiştiren kişi, Karacalar köyünden dostum Alişir oldu. Bir gün bizim köye geldi ve Belçika’ya gideceğini, istersem bana da yardımcı olabileceğini söyledi. Babama durumu açtım. Biz üç kardeştik. Ortanca kardeşim yeni askerden gelmişti. Babam, onun dönüşünü beklememi istedi. O geldikten sonra iznimi aldım.
Ve 16 Eylül 1973’te, tam 26 yaşımda ilk kez uçağa bindim ve Belçika’ya geldim. Babam, beni İstanbul Havalimanı’nda Niğdeli bir tanıdığa teslim etti. O kişi Belçika’da madende çalışmış, tecrübeli birisiydi. Gümrükte bana çok yardımcı oldu. Kapının dışında Karacalar köylü arkadaşlarım beni karşıladı ve hep birlikte Gent’e gittik. Otobandan geçerken ışıklar, yeşillikler ve çevredeki evler ilgimi çekmişti, her şey bana çok farklı ve güzel görünüyordu.
Gent’te kısa bir süre akrabalarımda kaldıktan sonra ilk işime başladım. Zele’de bir kablo firmasında işe girmek üzere yola çıktım. Halamın oğlu Zele’de yaşıyordu, onun yanında kaldım. Ama ilk iş deneyimim Oostende’de oldu. Patron eline bir kiremit alır, on adım sayar, "şurası kazılacak" derdi. 80 cm derinliğinde çukurlar açardık. Türk işçilerle birlikte azmettik, o günkü işi birlikte tamamladık.
Türkiye’de köyde çiftçilikle uğraşmıştık; böylesine ağır bir işe alışkın değildim. Babam da gitmeden önce uyarmıştı: “Sakın kanal işine girme, zormuş. Dayanamazsan işten çık, köye dön” demişti. Ama ben yılmadım. Geri dönmek bir yana, tüm ailemi Belçika’ya getirdim. Torunlarımın çocuklarıyla birlikte şimdi hepimiz buradayız, tam 50 yıldır.
Lokeren’de birkaç arkadaşla birlikte bir ev tuttuk. Belçika’ya geldikten sadece 56 gün sonra babamın vefat haberi geldi. Henüz oturumum bile yoktu. Türkiye’ye gitmeyi kafaya koydum. Ama Brüksel’de Cemil amcam gibi tanıdıklar beni ikna etti: “Giden gitti, işçiliğini öldürme” dediler. Döndüm Zele’ye, helva döktük, Kur’an okuduk, ruhuna dua ettik. Bir süre sonra oturumum çıktı. Belediyeye gidip, az çok anlaştık. Memur masadan yıllık oturumumu çıkardı, eski kartı aldı. Böylece izne Türkiye’ye gidebildim. Dönerken ortanca kardeşimin sağlık belgelerini de getirerek onun da permisini çıkardık. Mart ayında eşimle üç çocuğumu Lokeren’e getirdim. Ardından kardeşlerim de geldi.
Köyde yüz koyun, yüz elli kuzu vardı. Hepsini neredeyse yok pahasına sattık. Artık çiftçiliği bıraktık. Lokeren’de bir ev kiraladım. Ev küçüktü, tuvaleti dışardaydı, kömürlüğü banyoya çevirdik. Kardeşlerim ilk geldiğinde evi görünce “Abim üç katlı ev kiralamış!” diyerek sevinmişler. Ama eve girince gerçeği anladılar, hep birlikte gülüştük.
Bir anımı da anlatayım: Kardeşlerimi Türkiye’den almaya gittiğimde 1974 Kıbrıs Savaşı vardı. Eşim ve çocuklarım, “Halil bir daha dönemez” diye ağlamış. O sırada Belçikalı komşularımız onlara her gün destek olmuş, haberleri paylaşmış, erzak getirmişler. Allah onlardan razı olsun, çok yardımsever insanlardı.
Oğlum Adem Belçika’ya geldiğinde ilkokulu bitirmişti. Kur’an öğrensin diye Türkiye’ye gönderdik, 14 yaşında tekrar geri geldi. Kasaplık yaptı, ardından Gent’te kendi dükkanını açtı. Benden önce ben de kısa bir süre bakkal dükkânı işletmiştim.
1990 yılında kardeşlerimle birlikte kendi kablo firmamızı kurduk. Daha önce çalıştığımız firmadan iş aldık. Zor dönemler de oldu ama yılmadık. 25 yıl ortak çalıştık. Sonra çocuklarımız kendi işlerini kurdular. Artık kablo sektörünün %80’i Türklerin elinde diyebilirim.
Türkiye’ye dönmek için çok plan yaptık. Köyde sistem kurduk; kamyonlar, biçerdöver, traktör… Ama nasip olmadı. Yıllar geçti, hiçbir şeyi kullanamadan sattık. En sonunda kararımı verdim: Türkiye’ye dönmeyeceğim. 2000’lerden sonra Belçika’dan evler aldık, yatırımı buraya yaptık.
Çocuklarımız ve torunlarımız arasında okuyanlar, memur olanlar var. Kızım banka memuru, bir diğeri öğretmen, sekreter olan var. Ama kablo sektörü de az kazançlı değil. Tutumlu olurlarsa çok güzel bir hayat kurabilirler. En iyi arabaya binip, en güzel evlerde yaşayabilirler.
Eskiden işler tatile girince yollara düşer, anamızın yanına giderdik. Şimdi o özlem de kalmadı. Babamı Belçika’ya geldikten sadece 56 gün sonra, annemi de 2007’de kaybettim. Artık Türkiye’de beni bekleyen neredeyse kimse kalmadı. Sadece yaşlı bir bacım ve iki yeğenim var.
1976’da ilk arabamı aldım, FORD minibüsle Türkiye’ye gittik. Üstünü, içini doldurduk. Araba yerinden kalkamıyordu. Ama o götürdüğümüz eşyaların çoğu 50 yıldır hiç kullanılmadan eskidi, dağıttık. Şimdi burada, Belçika’da 50 haneden oluşan büyük bir aile olduk.
Kültürümüzü, inancımızı yaşatmak için dernekler kurduk, camiler yaptık. Başkanlıklar yaptım, hayır işlerinde bulundum. Lokeren’e Avrupa’nın en modern camisini inşa ettik. 1500 metrekarelik bu muazzam yapı, kablo sektöründeki iş insanlarının yardımlarıyla tamamlandı. Oğlum Adem Mergen caminin başkanıydı, sabırla inşaatı tamamladı. İçinde her şey var: salonlar, kadınlar derneği, gasilhane, yemekhane ve iki katlı ibadethane…
Son sözüm: Gençler kötü yollara düşmesin. Kumar, içki ve kadın; insanı bitiren bunlardır. Bunlar dışında para, doğru yoldaysa, insanı yıkmaz. Çocuklarıma hep derim: “En iyi arabaya binin, ama kapıyı korkarak açmayın. Alnınız açık, vicdanınız rahat olsun.” Türk toplumu her zaman en iyisine layık.