In mei 1966 verliet Hasan Kurşun zijn geboortedorp Demircili in Emirdağ, op weg naar een onbekend land vol beloften: België. Hij was jong, slechts zestien jaar oud, en behoorde tot de eersten die als kind naar België kwamen. Samen met vier anderen verzamelde hij al zijn moed en vertrok met niets meer dan een overhemd, een stropdas, een paar nieuwe schoenen en een jas.
"We wisten dat België arbeiders nodig had," vertelt Hasan. "Dus trokken we eropuit. Mijn paspoort kreeg ik dankzij de borgstelling van mijn vader. In Afyon haalden we onze documenten op en vertrokken naar Istanbul. Daar huurden we een minibus, waarvan de bestuurder beweerde al vaak naar Europa te zijn gereisd. Later bleek echter dat ook hij voor het eerst deze reis maakte."
De reis liep niet zoals gepland. In plaats van in België kwamen Hasan en zijn vrienden per ongeluk in Berlijn terecht. "Toen we bij de douane aankwamen, viel mijn jonge leeftijd in mijn voordeel. De douanebeambten hadden sympathie voor me. Maar de vriend die ons naar België zou brengen, liet ons achter op een groot station en vertrok. We moesten zelf een weg vinden." De taalbarrière was een obstakel. "We probeerden in gebroken Duits en Frans een treinticket naar België te kopen, maar begrepen de medewerker niet. Toen we er uiteindelijk in slaagden een ticket te bemachtigen, ontdekten we dat we in Berlijn waren. We konden de stad niet uit en ons geld begon op te raken."
De dagen in Berlijn waren zwaar. "We sliepen in een pension en aten in het park. Op een dag sprak een man met een hoed en stropdas me aan. 'Ben jij een Turk? Je ziet er slecht uit. Waarom ben je niet bij je familie?' Ik vertelde hem over onze situatie. Hij bleek een voormalig parlementslid uit Turkije te zijn, gevlucht na de coup. Hij bood zijn hulp aan en regelde uiteindelijk onze reis naar België."
Eindelijk in België, in de Sleepstraat in Gent, voelde Hasan zich thuis. "We ontmoetten mensen uit ons dorp die al eerder waren aangekomen. Het was alsof we onze ouders terugzagen. Iedereen vroeg naar elkaar en naar de groeten die we uit Turkije hadden meegebracht. Toen begreep ik pas echt wat heimwee betekende."
Hasan vond werk in een textielfabriek, waar hij ook naar school ging. "De eerste generatie Turkse arbeiders had een enorme solidariteit. Iedereen hielp elkaar. Paspoorten waren een probleem, want velen kwamen met toeristenvisa. We vonden creatieve oplossingen. We bestelden Kızılay-stempels uit Turkije om over de toeristische stempels heen te plakken, zodat de Belgische autoriteiten dachten dat ze geldig waren. Op deze manier konden velen een verblijfsvergunning krijgen."
De gemeenschap groeide snel. "Nieuwe migranten stroomden binnen en onze huizen werden voller. De een vond werk en verhuisde, zodat er ruimte kwam voor anderen. Het was een tijd waarin we samen werkten, leefden en droomden van een betere toekomst."
Zijn eerste vakantie naar Turkije was onvergetelijk. "Na drie jaar keerde ik terug om te trouwen. Toen ik in mijn dorp aankwam met een gehuurde jeep, dacht de chauffeur dat ik de nieuwe leraar was. Ik zei niets en genoot van het moment. Toen we aankwamen, herkende iedereen meteen de motor van de jeep en kwam naar buiten. Mijn moeder had drie jaar lang om me gehuild. Het hele dorp kwam me bezoeken en vroeg hoe ze hun kinderen naar België konden sturen."
Hasan bouwde in België een toekomst op. "In 1974 begon ik mijn eigen bedrijf. Eerst een café, daarna een kleine winkel. Niemand durfde te investeren, want velen dachten dat we ooit zouden terugkeren. Toch geloofde ik in vooruitgang. Het café werd een ontmoetingsplek voor de gemeenschap. We lazen samen de kranten uit Turkije, bespraken het nieuws en hielden elkaar op de hoogte."
Terugkijkend op zijn leven, heeft Hasan één spijt: "Ik had moeten studeren toen ik de kans had. Toch heb ik vijftig jaar vol betekenis geleefd. Ik ben niet rijk geworden voor mezelf, maar ik heb mijn gemeenschap en mijn dorp geholpen. Mijn boodschap aan de jongere generatie is simpel: vergeet je oorsprong niet, schaam je er niet voor en grijp de kansen die je krijgt. De toekomst ligt in jullie handen."
Ben,1950 Emirdağ Demircili köyü doğumluyum. Belçika'ya çocuk yaşta ilk gelenlerden sayılırım. Belçika'nın işçi aldığını duyup bu ülkeye gitmek için beş arkadaş bir araya geldik. Ben yaşımın küçük olması nedeniyle, Babamın kefaletini alarak pasaport çıkarttırdım. Afyon'dan pasaportlarımızı çıkarttırıp üzerimizde bir gömlek, bir kravat, bir çift yeni ayakkabı, elimizde bir ceket 1966 senesinin beşinci ayında umuda yolculuk için İstanbul'a doğru yola çıktık. İstanbul'da biraz araştırma yaptıktan sonra, bizi Belçika'ya götürmesi için bir minibüs kiraladık.
Arkadaş grubum içerisinde bir tek ben okur yazar olduğum için satın aldığımız bir harita üzerinde nerde olduğumuzu, Belçika'nın nerede olduğunu, bana soruyorlardı. Araç sürücüsü daha önce bir kaç defa Avrupa'ya gidip geldiğini söylemesine rağmen, yolculukta onun da ilk defa bizimle birlikte ilk seferi olduğunu anlıyoruz. Türkiye'den çıktıktan sonra, mola verdiğimiz ülkelerdeki insanlarında bizler gibi olduğunu gören diğer arkadaşlar çok şaşırdı. Onları başka tip insanlar olarak hayallerinde canlandırmışlar.
Gümrüklerden geçerken yaşımın küçük olması benim için avantaj oldu. Gümrük memurlarının sempatisini kazandım. Bizi Belçika'ya getirmesi için anlaştığımız arkadaş bizi getirip büyük bir şehirin istasyonuna bıraktı. Artık gümrük kalmadı buradan Tren'e bineceksiniz, Tren sizi Belçika'ya götürür diyerek bizle vedalaşıp ayrıldı.
Arkadaşlarla beraber İstasyonun bilet gişesine gittik,dilimizin döndüğünce, tarzanca gişeden Belçika'ya gitmek için bilet istedik;ancak gişedeki memurun ne dediğini anlamadığımız için ilk etapta bileti alamadık. Daha sonraları bileti aldık. Bir de baktık ki burası Almanya'nın Berlin şehriymiş. Trene binip Belçika için yolculuğa başladıktan sonra yapılan ilk kontrolde bizi Trenden indirdiler. Bir türlü Berlin'den çıkamıyoruz. Bu arada paramızda azalmaya başladı. Bulduğumuz bir pansiyon otelin bir odasında hepimiz aynı yerde yatıp kalkıyoruz, dışarı çıkıp park'ta yemek yiyoruz, günümüzü orada geçiriyoruz.
Bir gün ben parkta yalnız otururken fötr şapkalı, kravatlı birisi geldi. Bana sen Türkmüsün? sen çok kötü durumdasın, Aileyin yanına neden gitmiyorsun, bu çocuk yaşta ne işin var buralarda? diyerek söylendi.
Ben ise bir arkadaş grubu ile Türkiye'den Belçika'ya gitmek için yola çıktığımızı, bir türlü Berlin'den dışarıya çıkamadığımızı kendisine anlattım. Onunla birlikte Arkadaşlarımın yanına gittik. Orada başımızdan geçenleri kendisine anlattık. Bize yardım edeceğini, ancak hafta sonuna kadar işlerinin olduğunu, sadece beni evinde misafir edebileceğini söyledi. Evine gittik. Sonradan anlattığına göre kendisi Demokrat parti milletvekili imiş, ihtilalde Türkiye'den kaçıp buraya yerleşmiş. Hafta sonuna kadar bana baktı, kıyafetlerimi değiştirdik.
Sağolsun hafta sonu iki taksi tutup Berlin Türk Konsolosluğuna bizi götürdü. Durumumuzu konsolosa anlattı. Orada anladık ki Berlin'i çıkmak için vize gerekiyormuş. Konsolos benim derhal Türkiye'ye gönderilmemi istediyse de Bizimle gelen milletvekili hepimizin vizesini almış. Bizimle birlikte Tren'e binip bizi Belçika'ya kadar getirdi. Belçika hududundan içeri girdiğimizde Babamızın evine gelmiş kadar sevindik.
Gent İstasyonuna kadar bizimle gelen milletvekili elimizde yazılı olan Sleepstraat adresine kadar bizi tuttuğumuz taksi ile getirdi. Bizden beş ay önce gelen Ceylan Akkaş ile Kul Hasan Lakaplı Hasan Avcı ile karşılaştığımızda Emirdağ'da kendi anamızı, babamıza kavuşmuş kadar sevindik. Köyden, Ailesinden herkes bir şeyler soruyor, bizden kendilerine gönderilen selamları dinlemek için sabırsızlanıyorlardı.
Hasret meğerse böyle bir şeymiş. Belçika'ya gelmek için borç, harç buluşturduğumuz ikibinbeşyüz liradan yanımda altıyüz lira kadar kalmıştı. Ceylan ağbiyle bu parayı Türkiye'ye gidenlerden tekrar aileme gönderdim.
Gent'e geleli bir hafta olmuştu, Sleepstraat yakınlarında Türklerin karargah adını taktıkları bir yerde kalıyorduk. Beraber geldiğimiz arkadaşlara iş bulma telaşı esnasında beni unuttular. Aradan bir ay geçmiştiki beni bir tekstil fabrikasına götürdüler. Orada hem çalışıp, hem de okula gidecektim. İşe başladım bir hevesle hem okuyor, hemde çalışıyorum aradan beş yada altı ay geçmişti. Bu arada Türkiye'den de durmadan Belçika'ya yeni işçiler gelmeye devam ediyor. Kaldığımız evler artık bize yetmemeye başlamıştı. Gelen insanlar işe başlayıp, durumunu düzeltesiye kadar o evlerde bir odada yirmi kişi kalıyordu. İş bulup arkadaş grubu oluşturanlar yeni ev tutup evden ayrılıyor, yerine yenileri geliyordu. Yeni gelen arkadaşları, akrabaları orada görüp, ziyaret ediyorlardı. Sleepstraat ve çevresinde 1966-1967 dönemlerinde Türkler bu şekilde yerleştiler.
İşçi göçü furyası tüm hızıyla devam ederken pasaportlarda sorunlar meydana gelmeye başlamıştı. Buraya gelen arkadaşların aldıkları pasaportlar Turist pasaportu imiş, pasaport'ta kızılay pulunun yanında sadece turistik gezi amacıyla kullanılır şeklinde yazdığı için Belçika polisi yeni gelen arkadaşlara oturma müsadesi vermemeye başlamıştı. Gelen arkadaş ve akrabalarımızın geri dönmelerini önlemek için Türkiye'ye Kızılay pulları siparişi verdik. Gelen pulları pasaporttaki mühürlü kısmın üzerine yapıştırıyorduk. Belçika Polisi pasaportu kontrol ettiğinde pullar mühürü kapattığı için 'Turist' pasaportu olduğunu anlayamıyor, harç pulu sanıyordu. Bu şekilde gelen arkadaşlarının oturma izinlerini alıyorduk. İmkansızlıklar bizlere olmayacak şeyleri yaptırıyordu.
Zaman içerisinde insanlar çoğaldıkça sorunlarda çoğalmaya başlamıştı.Normal yollardan kanuni prosedürü uygulamış olsaydık; o zamanki şartlarda gelen insanlardan belkide % 10'u burada kalabilirlerdi. Türk'ün müthiş zekasını kullanarak bazı işleri kendimiz başardık. Belçika'da oturum alan, iş bulan hemen memleketindeki kardeşini, yakın akrabasını da yoksulluktan kurtaracak, Belçika'ya getirmenin çarelerine koyuldular. O zamanlar bir işyerinde fabrikada çalışanlar isim vermek suretiyle 'İstek' yolu ile Türkiye'den işçi getirtebiliyorlardı. Gelen insanlar oturumu alıp, çalışma müsadesini aldılarmı ! O işten çıkarak başka bir iş yerine girerek oradan da başka kişileri 'İstek' ediyorlardı. Bu suretle çok kişi Belçika'ya geldi.
Eski Yugoslavya zamanında Avusturya sınırından girmek isteyen 20 arkadaşımızın pasaportuna Avusturya Polisi ülkeye giremez damgası vurup geri göndermek istemiş. Bize yardım etmemiz için oradan haber geldi. Ben Trenle oraya kadar gidip gümrükte üç gün araştırma yaptım. Gümrükten geçecek gece son tren'de görevliler değişirken aynı zamanda kontrollerde yapılıyormuş. Kontroller esnasında sınırdışı kararı alınmış arkadaşları tren'den indirip, kontroller bitiminde kapıların tekrar açılması esnasında yeniden Tren'e bindirip o şekilde sınırdan geçirdim ve hepsi işçi oldular.
-İlk gelen insanlar belirli bir zaman sonra durumlarını düzelttikten sonra Türkiye'den ailelerini ve çocuklarını da yanlarına aldırmaya başlamışlardı. Aynı fabrikada çalışan arkadaşlar birbirlerinin kaçar para maaş aldıklarını sohbet esnasında konuşuyorlardı. Bu esnada aynı işi yapanlar arasında maaş farkı olanlar gizli kıskançlıklar sonucu patronun yanına beni tercüman olarak götürüyorlar, neden diğer arkadaşından kendisinin maaşının az olduğunu sormamı istiyorlardı. Patron'da saat ücretlerinin ve yaptıkları işin aynı olduğunu sadece herkesin çocuk sayısının diğerinden farklı olduğu için maaşlarınında bu yüzden küçük farklılıklar olabileceğini belirtiyordu. Bunu öğrenen bazı arkadaşlar; Ben de hemen bir çocuk daha yapıp falanca ile aynı maaşı alacağım diyorlardı.
Arkama dönüp baktığımda Elli yıllık bir geçmiş var. Buna rağmen ilk ve tek pişmanlığım canımı dişime takıp neden okumadığımdır. Elimde fırsatlar olmasına rağmen kendi çıkarlarım için değil halkımın ve memleketim Emirdağ'ın zenginleşmesine daha çok katkı sağlamak için daha da zengin olmadığıma pişmanım.