Hasan Yüksel werd geboren op 10 oktober 1939, in het Turkse dorp Medreselik, provincie Karaman. Hij groeide op in een levendig huishouden. Zijn vader had twee vrouwen, samen zorgden ze voor acht kinderen. “We waren met z’n achten thuis,” vertelt Hasan. “Drie van mijn moeder, vijf van de andere vrouw. Het was druk, maar we wisten niet beter.”
Zijn vader was een imposante verschijning: een trotse, sterke man die in de streek bekend stond als pehlivan — een traditionele worstelaar, geliefd en gerespecteerd. “Iedereen kende hem. Hij was echt een figuur.”
Hasan zelf bracht zijn jeugd door tussen school en het herdersleven. Dankzij zijn neef, die leraar was, ging hij naar de lagere school. “Zonder hem had ik het niet gered,” zegt hij dankbaar. Terwijl anderen op het land werkten, hoedde Hasan samen met zijn moeder en broers schapen en geiten. “Dat was mijn wereld. Tot ik in dienst moest.”
Zijn militaire dienst begon in Ankara, eindigde in Babaeski. “Ik was sergeant,” zegt hij, “maar omdat ik nooit in uniform het dorp in ging, noemde niemand me zo. Dat deed pijn.”
Na zijn diensttijd keerde hij terug naar het dorp, weer als herder. Maar het gerucht over werk in Europa liet hem niet los. In Konya schreef hij zich in bij het arbeidsbureau. Niet veel later kwam het verlossende bericht: hij mocht naar het buitenland. Hij was toen 24 jaar oud
“Ze zeiden: ‘Je staat op de lijst voor Duitsland, maar je gaat naar België.’ Ik dacht: werk is werk. Laat maar komen.”
In 1963 vertrok hij met het vliegtuig naar Brussel. Zijn bestemming: de steenkoolmijn van Beringen. “25 jaar heb ik onder de grond gewerkt,” vertelt hij, “van 1963 tot 1989.”
Gelukkig was hij niet alleen. In Beringen vond hij dorpsgenoten — vertrouwde gezichten zoals Ali en Mehmet Yavuz. “Ik heb me hier nooit eenzaam gevoeld. België werd mijn tweede thuis. Ik heb hier als een leeuw geleefd.”
De beginjaren waren eenvoudig. Hij woonde eerst in een hotel van een Griekse eigenaar, later in wat ze 'de varkensstal' noemden, en uiteindelijk in een woonblok met 15 à 20 vrijgezellen. “Iedereen had een plan,” zegt hij. “Drie jaar, vijf jaar... Maar ik? Ik had geen plan. Ik voelde me thuis.”
Toch was het niet altijd makkelijk. “De taal, dat was lastig. Ik begreep niemand. Elke dag schreef ik woorden op, keek hoe Belgen zich gedroegen, en deed hen gewoon na.”
Hasan was ooit getrouwd in Turkije, maar dat huwelijk strandde. In 1973 reed hij na jaren sparen met de auto terug naar Turkije om opnieuw te trouwen. Zijn nieuwe vrouw kwam mee naar België. Ze kregen vier kinderen: één dochter, drie zonen. “En inmiddels zes kleinkinderen,” zegt hij trots. “Ze zijn goed opgevoed, spreken Turks, hebben respect. Ik ben een tevreden vader.”
Ben 10 Ekim 1939 tarihinde Karaman Medreselik köyünde doğdum.
Babam gençliğinde yağız bir adammış. Pehlivan olarak ünlüydü. Babamın 2 eşi vardı. Benim annemden 3 ve diğer eşinden de 5 olmak üzere biz evde toplam 8 kardeştik. Çocukluğum köyde geçti. Köyümde ilk okulu okudum. Teyzemin oğlu öğretmendi. Bana çok yardımcı oldu.
Köyde tarla, bağ bahçede çalışmışlığım yok. Küçüklüğümde annem ve kardeşlerimle daha çok çobanlık yaptık. Hem kendi köyümde hem de başka köylerde, askerliği yapana kadar çobanlık yaptım. En iyi bildiğim iş davar gütmekti.
Askerlik hizmetini ilk önce eğitim yeri olarak Ankara’da sonra teskere alana kadar Babaeski’de yaptım. Askerliğimi çavuş olarak yapmıştım ancak çavuş üniformasıyla hiç gelmediğim için bana köylülerim çavuş diye hitap etmediler. Bu da benim çok zoruma gidiyordu.
Askerlikten sonra tekrar köye döndüm ve hayvancılık işine devam ettim. O zamanlar gençlerin yurtdışına çalışmaya gittiklerini duydum. Ben de Konya’ya giderek yurtdışına işçi olarak gitmek üzere işçi bulma kurumuna müracaat ederek yazıldım. Ardından işçi bulma kurumundan bir davet aldım. Bana seni de yurtdışına göndereceğiz dediler. O zamanlar 24 yaşlarındaydım. Bana o zaman memurlar ‘’sen Almanya için yazılmışsın ama seni Belçika’ya göndereceğiz’’ dediler. Ben de ‘’iş olsun da neresi olursa olsun’’ dedim.
Sonra sağlık kontrollerinden geçtik. İşlemler, kontroller 12 gün sürmüştü. Nihayetinde pasaportumu aldım ve 1963 yılında uçakla Ankara’dan Brüksel’e geldim. Brüksel’de bizi çalışacağımız maden ocaklarına götürmek üzere paylaştırdılar. Benim nasibime ise Beringen Maden Ocağı düştü. Ben Beringen Maden Ocağında 1963 yılından 1989 yılına kadar 25 yıl çalıştım.
Burada memleketimden insanlar vardı. Köylülerim Ali Yavuz, Mehmet Yavuz onlarda burada çalışıyorlardı. Burada hiç yalnızlık çekmedim. Belçika’da hiç sorunla karşılaşmadım. Burada Aslanlar gibi yaşadım.
Burada ilk yıllarda bir otelde kaldım. Mülk sahibi bir Yunandı. Orada epeyce kaldım. Sonra domuz damı diye adlandırılan bir eve geçtik. Bekar işçiler lojmanı olarak bilinen yerde ise 15-20 kişi yıllarca birlikte yaşadık.
Buraya gelirken normalde herkesin kafasında bir plan vardı. Kimisi 3, kimisi ise 5 sene çalışır dönerim diyordu. Benim böyle hayallerim olmadı. Burayı ben çok sevmiştim. Çalıyorduk ve paramız zamanında ödeniyordu.
İlk geldiğim yıllarda dil konusunda çok zahmet çektim. Anlaşmak zor oluyordu. Dil öğrenmek için her gün karşılaştığım şeyleri sorup deftere yazıyor ezberliyordum. Belçikalılar nasıl yemek yiyor, nasıl kahve içiyor, nasıl davranıyor onları izler ben de aynısını yapmaya çalışırdım.
Ben ilk eşim ile 5 yıl evli kalmıştım. Sonra bir şekilde ayrıldık. Belçika’ya geldiğimde bekar bir delikanlıydım. Epey para kazandıktan sonra 1973 yılında arabayla Türkiye’ye evlenmek için gittim. O yıl izinde evlenerek eşimi alıp Belçika’ya getirdim. Belçika’da 1 kız 3 oğlan olmak üzere 4 çocuğumuz oldu. Şimdi ayrıca 6 torunumuz var.
Ben çocuklarımdan, torunlarımda çok memnunum. Onları iyi yetiştirdim. Türkçeleri iyidir. Din bilgileri yerindedir. Saygılı, çalışkan çocuklarım var. Hepsinin bir mesleği var. Kendi düzenleri kurdular, işleri güçleri ile uğraşıyorlar.
Ailece birkaç kez arabayla izine gittik. O eski gidişlerimizde eşya, televizyon, elektronik eşyalar götürürdük. Halbuki her şey ülkemizde de vardı ama biz birbirimizden görerek aynı şeyleri yapıyorduk.
Türkiye’de 2 kaza yaşadım. Eskiden yollar böyle geniş değildi. Çok araba sollamak zorunda kalıyorduk. Bir seferinde arabam kumda kaymış 4 takla atmıştı. O zamanın parası ile arabayı yaptırmak için 5 bin lira para harcamıştım. İkincisinde ise izin yolunda Konya’ya doğru gidiyordum, bir kamyonu sollamak istedim. Ancak frene basacak yerde gaza bastım. Baktım bir kamyona vuracağım, hemen direksiyonu sağa kırdım. Arabam yoldan çıktı ve bir tarlada devrilmeden durdu. Arabada herhangi bir hasar olmamıştı. Hiç kimsenin burnu kanamadan ciddi bir kazayı ucuz atlatmış olduk.
Bu ülkede ben şahsen hiçbir haksızlık ya da dışlama ile karşılaşmadım. Benim tek şikayetçi olduğum konu şu anda verilen maaşlar. Yer altında yıllarca en ağır işlerde çalıştım, aldığım emekli maaşı 2 bin avro kadar. Bana göre bu haksızlık, bunda şikayetçiyim.
Ben kesin dönüş konusunu hiç aklıma getirmedim. Şimdide hiç temelli Türkiye’ye giderim diye bir düşüncem yok. Bu ülkede her şey var. Rahatımız yerinde, Türkiye’de daha iyi hayat süreceğimizin garantisi yok. Türkiye’de zamanla bir daire sahibi oldum. İzine gittiğimizde kendi evimizde kalıyoruz.
Benim küçük kardeşim Almanya’da yaşıyor. Küçük kardeşimin eşi geçtiğimiz yıl vefat etti. Bir diğer kardeşim geçen yıl Karaman Medreselik köyünde eşi ile aynı zamanda vefat ettiler. Bir kız kardeşim var, o şimdi 80 yaşında ve bir huzur evinde yaşıyor. Babam 1971 yılında vefat etmişti, annem ise 1987 yılında vefat ettiğinde 94 yaşındaydı. Gurbetçiliğin en zor tarafı bu ayrılıklar oluyordu. Bir ailenin parçası olarak gözden ırak yıllarca yaşamak çok zor bir şey. Zamanla ailemin çoğu çoğu dünyasını değiştirdiler. Bir ömür boyu onların hasreti ile yaşadık, ama gün geldi kavuşamadan kaybolup gittiler.
Şu anda ben 85 yaşındayım. Bana göre çiçeği burnunda birisiyim. Ancak insan oğlu fanidir. Bir gün gelir elbette herkesin vadesi dolar. Bizim içinde böyle. Ben hak vaki olunca memleketim köyüm Karaman Medreselik köyünde toprağa verilmek isterim. Orada bir aile mezarlığımız var.