Ramazan Delikanlı, geboren in 1940 in een klein dorp in Aksaray, vertelt over zijn leven met de scherpte van herinneringen die hem door de jaren heen hebben gevormd. "Mijn vader overleed in 1941, toen ik nog maar 1 jaar oud was," zegt hij, zijn stem zacht maar doordrenkt met de zware impact van die vroege verlies. Zijn moeder hertrouwde, en tot zijn vijfde jaar ging alles goed, maar daarna veranderde zijn leven drastisch. "Toen mijn moeder een kind kreeg uit haar tweede huwelijk, begon mijn stiefvader me te verwaarlozen," vertelt hij, terwijl hij de pijn uit zijn jeugd niet verhult. "Ik groeide op als een kind dat voortdurend werd buitengesloten. Mijn stiefvader stuurde me niet regelmatig naar school, ik had geen schrift of pen, en ik kreeg geen nieuwe kleren." Het was een jeugd waarin hij vaak alleen stond, zowel fysiek als emotioneel.
Ramazan's jeugd was zwaar, maar de moeilijke jaren zouden hem uiteindelijk naar andere oorden brengen. "Tussen 1945 en 1955 heb ik een van de moeilijkste periodes van mijn leven doorgemaakt," zegt hij. Het jaar 1955 markeert een verandering in zijn leven toen zijn familie van het dorp naar Aksaray verhuisde. "In 1956 ging ik naar Ankara om te werken, en later naar Istanbul, maar ik keerde daarna terug naar Ankara. Daar werkte ik als receptionist in een hotel," herinnert hij zich. Het was het begin van een reis die uiteindelijk naar België zou leiden.
Na zijn militaire dienst in 1962 begon Ramazan te dromen van een ander leven, ver weg van de zware omstandigheden die hij thuis kende. "Ik schreef me in bij het Werk- en Arbeidsbureau om naar het buitenland te gaan werken," vertelt hij. "Mijn uitnodiging was naar Aksaray gestuurd, maar ik miste de deadline. Als ik toen geweten had, zou ik naar Essen in Duitsland zijn gestuurd." Na een tweede poging kreeg hij uiteindelijk een uitnodiging voor België. "Op 9 mei 1963 vertrokken we per bus vanuit Ankara, en op 14 mei 1963 arriveerden we in België," zegt hij. "Het was een reis van vijf dagen, omdat er toen nog geen snelwegen waren buiten Duitsland. De reis was erg zwaar."
Bij zijn aankomst in België werd het snel duidelijk waar Ramazan zou werken. "We werden naar Luik gebracht, waar we in de buurt van Fléron aan de slag gingen," herinnert hij zich. "Er vielen mij veel dingen op. Er waren veel Belgen die nieuwsgierig naar ons kwamen kijken, omdat ze nog nooit een Turk hadden gezien." Hij vertelt verder hoe hij, ondanks de moeilijke omstandigheden in de mijn, besloot zijn verloofde na zes maanden op te halen naar België. "Ik vroeg om toestemming voor verlof, en ze lachten me uit," zegt hij met een glimlach. Uiteindelijk keerde hij alleen terug naar België.
In 1964, na veel tegenslagen, kwam zijn vrouw uiteindelijk naar België. "Ik was de eerste werknemer die zijn vrouw naar België had gebracht," zegt hij trots. "Ze arriveerde met een visum dat werd gecontroleerd door de mijnautoriteiten." Na haar komst vond zijn vrouw een baan, hoewel Ramazan aanvankelijk niet wilde dat ze werkte. "Ze vond echter een baan via buren en ging werken als ik naar mijn werk ging," legt hij uit.
In België kreeg Ramazan drie kinderen: Ali, Leyla en Ahmet. "Mijn eerste zoon, Ali, werd geboren in België. Ik ben trots dat hij de eerste Turkse baby in deze regio was die hier geboren werd," vertelt hij met trots. "Mijn kinderen gingen naar de beste scholen en voltooiden hun studies. Mijn oudste zoon studeerde vreemde talen en spreekt meerdere talen," zegt hij met een glimlach van trots. Zijn kinderen hebben zich goed aangepast en werken nu in verschillende beroepen. "Mijn kinderen en kleinkinderen hebben een goede opleiding gekregen en werken nu in verschillende vakgebieden."
Ramazan heeft nooit directe discriminatie ervaren, maar hij erkent de moeilijkheden die hij ondervond. "In het begin was het moeilijk, vooral in de mijn, waar we geen gemeenschappelijke cultuur hadden," zegt hij. "De Belgen hadden een heel andere manier van delen, ze gaven niets aan anderen." Toch vond hij steun bij de Griekse immigranten in Verviers. "Mijn vrouw had goede vriendschappen met Griekse vrouwen," zegt hij. Maar er waren ook momenten van spanning. "In 1965 werd er een moord gepleegd in Luik, tussen Griekse en Turkse jongeren. Dit leidde tot spanningen tussen de twee groepen."
Na zijn pensioen in 1996 en volledig pensioen in 2005, keek Ramazan terug op zijn leven. "In de beginjaren had ik spijt van mijn keuze om naar België te komen, vooral door de moeilijke omstandigheden," zegt hij. "Maar na verloop van tijd realiseerde ik me dat het de juiste beslissing was. Mijn kinderen en ik hebben hier een goed leven opgebouwd."
Na de dood van zijn vrouw in 2006, na een langdurige ziekte, voelt Ramazan dat de band met België sterker is dan ooit. "Mijn roots liggen in Turkije, maar nu ben ik ook verbonden met België," zegt hij. "Toen mijn vrouw stierf, heb ik haar naar Turkije gebracht om haar daar te begraven. Als ik sterf, wil ik ook in mijn geboorteland begraven worden, naast mijn vrouw," zegt hij zacht, maar vastbesloten. "Mijn kinderen en kleinkinderen kunnen hun eigen keuzes maken over waar zij willen zijn, en ik respecteer hun beslissingen."
RAMAZAN DELİKANLI
VERVİERS
Ben 1940 yılında Aksaray’ın bir köyünde doğdum. Babam 1941 yılında vefat etmişti. Ben henüz 1 yaşındaydım. Annem de sonra başka biriyle evlenmiş. Ben 5 yaşlarına kadar gelince her şey iyiydi, sonra annemin yeni eşinden çocuğu olunca babalık beni dışlamaya başladı. 15 yaşına kadar hayatım çok zor geçti. Hep itilip kakılan bir çocuk olarak büyüdüm. Babalık beni düzenli olarak okula göndermezdi. Defterim olmazdı, kalemim olmazdı, resmi bayramlara gönderilmezdim, elbise alınmazdı.1953 yılında ilk okuldan mezun oldum. Nüfus cüzdanım olmadığı için bana diploma vermediler. Daha sonra babalık ilçede beni üzerine kaydetti ve o şekilde diplomamı alabildim. 1945-55 yılları arasında hayatımın en zor dönemini yaşadım.
1955 yılında köyden Aksaray’a gelerek yerleştik. 1956 yılında ise çalışmak üzere Ankara’ya geldim. Bir ara İstanbul’a gittim sonra tekrar Ankara’ya geldim. Ankara’da bir otelde resepsiyonist olarak çalıştım. 5 yıl sonra askere gittim. Askerliğimi İstanbul Yıldız’da geçti. Askerliğimi inzibat ve askeri gardiyan olarak yaptım.
1962 yılında Askerliğimi tamamladıktan sonra Ankara’ya döndüm. Orada İş ve İşçi Bulma Kurumuna yurt dışına çalışmak üzere gitmek için müracaatta bulundum.1962 kasım ayında benim kağıtlarım çıkmış ama ben yetişemedim. Meğerse bana gönderilen davetiye memleketim Aksaray’a gönderilmiş. Eğer o zaman ilk davetten haberim olsa ve gerekli evrakları zamanında içeri verseydim, Almanya’nın Essen şehrine gönderilecektim. Ben tekrar müracaatta bulundum ve birkaç ay sonra yeniden davet geldi. Bu sefer beni Belçika’ya gönderdiler. 9 Mayıs 1963 tarihinde Ankara’dan otobüse binerek hareket ettik. 14 Mayıs 1963 tarihinde Belçika’ya geldik ve iş başı yaptık.
Ben buraya gelen diğer işlerin hayatında olduğu gibi köy hayatında yapılan işlerde çalışmadım. Ben evde bana yapılan muameleden bıktığım için kaçarak bir akrabamın evine sığındım. Akrabam bana orada bir iş buldu. Bir manifaturacının yanında 1 yıl kadar çalıştım. Sonra Ankara’ya geldim. Ankara’da iyi bir işim vardı. Lüks bir otelde barmen olarak çalışıyordum.
Yurt dışına gitmek üzere İşçi Bulma Kurumuna işyerimden habersiz gizlice yazıldım. Belçika’da davet gelince dosyalarımızı hazırladık, sağlık kontrollerinden geçtik ve 9 Mayıs 1963’te 42 kişi yola çıktık. Bizi otobüs ile gönderdiler ancak daha sonra Belçika’ya gelen işçi kafileleri uçakla gönderildi. Biz 5 günde otobüs ile Belçika’ya ulaşmıştık. O zamanlar Almanya dışında hiçbir ülkede otoban yoktu. Yolculuğumuz çok kötü geçmişti.
Belçika’ya geldikten sonra artık nerede çalışacağımız netleşmeye başladı. Bizi önce Liege’e getirdiler. Orada işçi taksimi yapmaya başladılar. Bizi 12 kişi Fléron kasabasına götürdüler. Bize her şeyi bir Yunan Tercüman anlatıyordu. Bir şey dikkatimi çekmişti. Bizim geldiğimiz yerde birçok Belçikalı vardı. Tercümana ‘’bu insanlar niye burada’’ diye sordum. Tercüman bana ‘’bunlar Belçikalı ve bugüne kadar hiç Türk görmemişler, şimdi meraktan buraya gelip Türk nasıl bir şey diye sizi görmek için buraya gelmişler’’ dedi.
Ben Belçika’ya gelmeden önce nişanlanmıştım. Nişanlıma yurt dışında 6 ay sonra kendisini gelip alacağıma dair söz vermiştim. Daha iş başı yapmadan çalışacağımız yerde sorumlu olan mühendisten 6 ay sonra izin için müsaade istedim. O zaman bana epey gülmüşlerdi.
Çalışacağımız yere geldikten sonra bize önce Liege Fleron kasabasında çalışacağımız maden ocağı ve çevresini tanıttılar. Sonra yer altına indirdiler. Ben ilk defa bir asansör ile yer altına iniyordum. Çok korkutuc bir durumdu. Çok kötü şartlarda çalışmaya başladık. Özellikle lojman olarak kaldığımız yerlerde çok kötüydü. Daha sonra orada kaldığım yeri bırakarak Verviers şehrine geldim. Fleron Maden ocağında tanıştığım Yunan işçi arkadaşlarım vardı. Onların sayesinde Verviers’de kalacak bir yer buldum.
Belçika’ya gelip işbaşı yaptıktan 6 ay sonra izine gidip eşimi getirmeyi kafama koymuştum. Dediğimi yaptım ve 6 ay sonra Türkiye’ye gittim. 22 Kasım günü trenle Türkiye’ye gittim. O zamanlar ayda 5 bin frank kazanabiliyorduk. O para da 900 tl yapıyordu. Buradan giderken Türkiye’de çok masrafım olur diye arkadaşlarımdan biraz da borç para almıştım.
İlk defa Belçika’dan köyüme gittiğimde duyan beni görmeye geldi. Sadece kendi köyünden değil komşu köylerden insanlar gelip yurt dışında neler yaptığımı nerede çalıştığımı kaç lira kazandığımı sordular. Belçika’da Liege bölgesine nasıl ilk gelen ben isem, Türkiye’ye köyüme ilk izine gidende benim. Beni görmeye gelenler ördek, kaz, tavuk, horoz getirip sohbet etmek isterlerdi. Herkes yurt dışını merak ediyordu. Kazandığım parayı duyunca merakları daha da artıyordu.
Köyde düğün yaptım. Ailem beni göndermek istemedi. Annem, babalık ve kardeşlerim vardı. Eşim de Belçika’ya gelmek istemiyordu. Ben yalnız geri, döndüm. Sonra işyerinde bir Erzurumlu arkadaşım ile eşlerimizi buraya getirmeyi konuştuk. Bir tercümandan bilgi almaya gittik ve düşüncemizi ona açtık. Tercüman ile maden ocağı yönetimine gittik ve durumumuzu izah ettik. Onlarda tamam dediler. Maden yönetimi bizim eşimizin adını soyadını ve adresini not ettiler. Bize biz onları buraya getiririz sizin bir şey yapmanız gerekmiyor dediler.
Belçika’nın görevlendirdiği memurlar memleketime giderek eşimi Belçika’ya götüreceklerini söyleyince annem babalığım ve akrabalarım hemen karşı çıkmışlar. Ben de bir mektup yazarak ya eşimi gönderirsiniz ya da boşanırım diye rest çektim.O dönemlerde Ankara’da yaşayan bacanağımdan yardım istedim Ona ne mutlaka bir şeyler yapıp eşimi buraya göndermesini talep ettim. Sağolsun o gerekeni yaptı ve eşim Kibar’ı Belçika’ya gönderdi. Mayıs 1964’te eşim buraya geldi.
Burada bir nokta çok önemli. Ben Maden Yönetiminden eşimi buraya getirmeleri için müracaat ettiğim için kendisine verilen vize şartlı imiş. Yani Ankara’da buraya son noktaya kadar kontrollü gözetim altında getirildi. Hatta havaalanında kendisini karşılamaya gittiğimde eşimi bana teslim etmediler. Fleron da son noktaya kadar kendileri getirdiler ve bana teslim ettiler.
Eşim buraya geldikten sonra birkaç ay evde kaldı. Ben çalışmaya gittiğimde yalnız kaldığı için canı sıkılmıştı. Ben çalışmasına karşıydım. Sonra kendisi komşuların aracılığı ile birkaç saatlik bir iş bulup çalışmaya başlamış. Ben işe gittiğimde o da işe gidiyor, ben eve gelmeden eve geliyormuş. Sonra bana durumu anlattı ve benden izin istedi.
Bir yıl sonra ilk çocuğum dünyaya geldi. Belçika’ya İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile gelen bir işçi olarak ilk eşini buraya getiren bendim. Ve bu bölgede ilk dünyaya gelen işçi çocuğu ise benim oğlum Ali’dir.
Ben 14 Mayıs 1963 yılında Fleron Maden Ocağında çalışmaya başladım. Maden Ocağında 3 yıl çalıştım. 1966 yılında maden ocağı ile yapılan sözleşmem sona ermişti. Liege bölgesinde Spa sularını üreten firmada iş buldum. 1967 yılında firmadan 2 ay izin istedim. Orada bir anlaşmazlık oldu ve ben izin dönüşü işten ayrıldım. Daha sonra kısa dönemler olmak üzere farklı işyerlerinde çalıştım. Dison’da bulunan bir süt fabrikasında çalıştım. Burada eşim de çalışmıştı. Orada eşim ile birlikte çalıştığımız için pek kabul görülmedi. Oradan 1973 yılında işten ayrıldık. Daha sonra başka işyerlerinde belli aralıklarla çalıştık.
Bunlardan bir kâğıt fabrikasında en uzun süreli çalıştığım dönem oldu. 1976 yılında iş başı yaptım ve 1996 yılına kadar 20 yıl süreyle orada çalıştım. Bu işyerinde daha sonra damadım ve oğlum da çalıştı. Sonra erken emeklilik uygulamasından yararlanarak emekli oldum. 1996 yılında erken emekli 2005 yılında ise tam emekli statüsüne geçtim.
Ben 1964 yılında evlenmiştim. Eşim ile 42 yıl beraberliğimiz oldu. 2006 yılında maalesef eşimi kaybettim. Hastalanmıştı. Gördüğü tedaviler fayda vermedi. Eşimle çok uyumlu birbirini çok seven bir çift olmuştuk. Onunla hacca gittik. Dindar biriydi.
Dilini bilmediğiniz bir başka ülkede çalışmak, yaşamak öyle kolay bir şey değil. İlk önce maden ocağında yaşadığımız şeyler oldu. Mesela paylaşma kültürü Belçikalılarda yok. Bizim bir portakalımız olsa soyar yarısını yanımızdakine veririz. Onlar ise yediğini yiyor kalanını yere atıyorlar. Ne ekmeğini paylaşırlar ne de başka bir şeylerini.
Birgün canımız cacık istedi. Bakkala gittik yoğurt istedik, salat istedik bir de sarımsak almamız gerekiyor ancak ismini bilmiyoruz. Arkadaşım biraz Almanca biliyordu. Soğanın küçüğü anlamına gelen ‘Klein oignon’’ dedi. Bakkalı işleten bayan bize küçük soğan getirdi. Sonra sarımsağın beyaz olduğunu anlatmak için gömleğimizin rengini gösterdik. Bir türlü derdimizi anlatamadık ve cacık yapma işini iptal ettik.
Verviers şehrinde bizden önce gelmiş çok Yunanlı vatandaş vardı. Bize o zamanlar Türkçe bilen Yunanlılar çok yardımcı oldular. Yunanlılar Belçika’ya 1958 yılında gelmeye başlamışlar. Yunanlılar ilk geldiklerinde buraya ailece gelmişler. Onların anne babaları da buradaydı. Burada onlarla hem arkadaşlık hem de komşuluk ettik. Özellikle eşim Yunan komşularımızın eşleri ile arkadaşlık ederdi. O zaman bazı Yunanlılar Türkçeden başka bir dil bilmezlerdi. Onların çok iyiliklerini gördük.
Liege’de 1965 yılında bir cinayet işlendi. Fleron kasabasında meydana gelen olayda 2 Yunalı genç karşılaştıkları Türk gençleri ile tartışıyorlar. Orada Türk gençlerinde ikisi Yunanlıların elinde bıçak görünce kaçıyorlar, Turgut adında genç ise kaçamıyor. Yunanlılar Turgut adında genci orada bıçaklayarak öldürüyorlar. Bu olay üzerine bu bölgede Türkler ve Yunanlılar arasında büyük bir gerginlik yaşandı. Polis günlerce burada bir olay yaşanmaması için sokaklarda güvenlik önlemi aldı.
Benim Belçika’da Ali, Leyla ve Ahmet adında 3 çocuğum oldu. Büyük oğlum ve kızım evli küçük oğlum Ahmet ise bekar. Torunlarım var, onlarda yetiştiler. Şu anda Verviers de 6 hane olduk. Çocuklarım burada anaokulundan itibaren Belçikalı çocuklar gibi eğitim süreci yaşadılar. Çocuklarım ve torunlarım en iyi okullarda okudular. Büyük oğlum Ali liseden sonra yabancı diller üzerine okudu. Kendisi birkaç dil biliyor. Evimizde benden başka herkes iyi derecede İngilizce bilir. Kızım liseden sonra yüksek hemşire okuluna gitti, ancak o mesleği benimsemedi. Çocuklarım eğitimlerini tamamladıktan sonra bir şekilde iyi bir ortamda rahat çalışabilecekleri meslekleri seçerek çalışmaya başladılar.
Ben Belçika’da şahsen bir ırkçı durum ile karşılaşmadım. Ben insan olarak haddimi bilen birisiyim. Burada hep Belçikalı ve diğer milletlerden insanlarla beraber çalıştık. Türkiye’de otelde çalıştığım dönemlerde de hep yabancı müşterilerimiz vardı ve ben onlarla gayet güzel diyalogla kuruyordum. Yabancı kökenli insanlarla Türkiye’den beri alışkındım. Irkçılığın meydana gelmesi aslında kötü bir harekete ya da olaya tepki olarak meydana geliyor. Eğer bir yerde buraya Türkler giremez diye bir uyarı varsa mutlaka buralarda bir olumsuz hadise yaşanmıştır. Bunu böyle görmek lazım.
Ben buraya geçici olarak gelmişti. Fleron Maden Ocağı ile 3 yıllık sözleşme imzalamıştım. Burada belli bir süre çalıştıktan sonra biriktirdiğim parayla bir araba aldım Maksadım Ankara’ya geri dönmek ve orada dolmuşçuluk yapmaktı. Eşim bunu kesinlikle istemedi. Sonra 1972 yılında bir denemem daha oldu. Ankara’da bir daire almıştım. Almanya’da çalışan amcam bana bir teklifte bulundu. Ankara’daki daireyi sat birikimlerimizle Aksaray’da bir sinema açalım dedi. Eşim buna da karşı çıktı.
Bir de 1978 yılında bir düşüncemiz oldu. Türkiye’de bir dükkân açar, geçinir gideriz diye düşündük. O zamanlar durumu görmek üzere Türkiye’ye gittim, baktım ki; Türkiye yanıyor. Terör yüzünden her gün yüzlerce insan ölüyor. Türkiye’de birkaç gün kaldım ve hemen geri döndüm. Sonra ailemizde bir daha geri dönüş gündem gelmedi.
Sonra eşimin bu düşüncelere hayır demekte çok haklı olduğunu gördüm. İyi ki hayır demiş. Onun bana hayır dediği her şey ‘’hayra’’ çıktı.
İlk yıllarda yaşadığımız kötü şartlar nedeniyle Belçika’ya gelmiş olmaktan bir pişmanlık duyuyordum. Zor bir dönem yaşamıştım. Yıllar geçtikçe buraya alıştık Şimdi hem benim hem de çocuklarımın burada kurduğu düzen, hayat standardı gör alındığında iyi ki Belçika’ya gelmişim diyorum.
Ben çocuklarıma kendi kültürlerini iyi anlattığımı düşünüyorum. Verviers şehrinde 974 yılından itibaren Türkçe dersleri verilmeye başlandı. Onları hem dini ve hem milli konularda hep okullara gittiler ve belgeler aldılar. Evimizde hep Türkçe konuşuldu, gazete dergiler okundu, Türkçe televizyonlar hayatımız girdi. Düzenli olarak memleketimize gittik. Bir kültürü çocuklarınıza aşılamak için onu yaşamak ve yaşatmak lazım. Ben bunları bilinçli olarak çocuklarıma aktarmaya çalıştım.
Ben Türkiye doğumluyum. Belli bir yaşayan sonra Belçika’ya geldim. Benim köklerim Türkiye’ye ait. Eşim vefat edince onu Türkiye’ye götürüp toprağa verdim. Ben Belçika Benim içinde hak vaki olduğunda Türkiye’de vatanımda, köyümde eşimin yanında toprağa versinler. Çocuklarım ve torunlarım kendileri için neyi doğru buluyorlarsa öyle karar verecekler. Ben onların tercihlerine karışmam.